31 Aralık 2010 Cuma
ON,TOKUZ,SEKİZ.
18 Aralık 2010 Cumartesi
7 Aralık 2010 Salı
Bu ara hayatım çok garip bir düzen içinde. hiç olmadığı kadar. her şey olmasını istediğim gibi. hiç bir zaman hepsi bir arada olmaz dediğim şeyler birlikte çok da güzel gidiyor gibi. ne gibi?
mesela herhangi bir sunum, vize tarzı bir şeye 24 saatten az vakit kalmadan çalıştığım görülmemişti. 4 gün önceden bir sınava çalıştım. kendime inanamadım. bunda arkadaşlarımın da etkisi var tbi ama olsun. olayı kendime yormayı seviyorum.
ha mesela, 4 gün önceden vizeye çalışmış bu çocuk, o 4 günden 1 gün önce dımtıs şarkılar eşliğinde 6 saat dans etti. veya sınırsız pizzanın canını çıkardığı günün akşamında yağsız süt,yeşil elma, kızarmış kepekli ekmek gibi ürünlerin olduğu bir alışveriş yaptı. veya bir kaç saat önce bir arkadaşının çaldığı elektro gitar eşliğinde coldplay şarkıları söylemeye çalışırken, daha sonra başka bir odada başka bir arkadaşıyla saz eşliğinde "abe kaynana naptın bize" gibi sözleri olan şarkılar söyleyip roman havası oynamaya çalıştı. demek istediğim tezatlığın oluşturduğu bir düzene girdi. girdim. ve garip şekilde harika hissettiriyor. bir de şu cümlelerim ingilizceden türkçeye çevirilimiş kötü cümleler gibi olmasa herşey harika olacak. "ve garip bir şekilde harika hissettiriyor" ne demek allah aşkına. " and it feels great in a weird way" dediğinde neden daha düzgün geliyor kulağa. neyse.
harika olmayacak tabi. en mutlu olduğum anda bile eksik hissediyorum. en olmaması gereken bir şey veya bir kişi için orası ayrı. ama bu da benim kötü yanım olsun. eksik yanım olsun, öyle kalsın. herşey tamam olacak değil ya.
bu da böyle bir yazı olsun.
8 Kasım 2010 Pazartesi
üvey evlat muamelesi gören oyuncaklarımız
Tamam, bu yaşta bir çocuk olarak, final zamanı oturup oyun da oynamıyorum, hatta uzun süredir "oyun" kapsamında yaptığım tek faaliyet drama derslerimdeki abukluklar ve bazı geceler arkadaşlarla oynadığım batak oyunu. Ama zaten bahsettiğim şey oturup oyuncaklarla kurduğum senaryolar değil, bu cümlenin sonunu getiremedim. Bahsettiğim şeyi ben bile bilmiyorum sanırım. Ama bildiğim bir şey var, bana bunu yapan bir şey varsa o da winnie the pooh daki christopher robin karakteri, bu sayıyı ikiye katlarsak toy story deki andy olabilir.
Üçüncü paragraftayım ve hala sadede gelemedim ama şu amaçla başladım yazıya; Küçük bir çocukken aklım fikrim ya teknoloji harikası oyuncaklar, ya marka olmuş karakterlerin pahalı oyuncaklarındaydı. Özetle oyuncağın kalitesi ona verdiğim manevi değerle doğru orantılıydı. Ki hala öyle, aradan zaman geçti, ben hala bir şekilde oyuncaklarlayım, artık sevdiğim sanatçıların yetişkinlere yönelik, tasarım oyuncaklarını alıyorum oayrı tabi ama bu cümlede bile "evet çok para yatırıyoum onlara" iması var biliyorum.
Evet sıkılıp da okumayı hala bırakmadıysanız geldim sadede. Aklımız fikrimiz pahalı, kaliteli, marka oyuncakdayken gerçekten birikte iyi vakit geçirdiğimiz, amacına uygun olarak eğlenme kafasında kullandığımız oyuncakları unuttuk mu acaba. Ben internette bulduğum birkaç eski oyuncaktan sonra böyle düşündüm . Çünkü birazdan göstereceğim oyuncaklar, pahalı oyuncakçılardan çok, kırtasiyede, bakkalda, herhangi bi tezgahta, hatta bir çocuk dergisinin hediyesi olarak sunulan türden olanlar. Maddi değeri düşük olduğu için elimize geçtiğinde de ağzına sıçtığımız, parçalayana kadar oynadığımız türden oyuncaklar diyeyim daha açık konuşmak adına.
haydi başlayalım;
küçük lastik top
Ya kimse hayatının bir döneminde bu lastik toplardan birine sahip olmadığını söyleyemez bence. Bahsettiğim olayın en alt basamağıdır çünkü bu. topların satıldığı makineler özellikle alışveriş merkezlerinin en işlek köşelerine konur ve o günkü alışverişten kendine pay çıkaramayan çocuk son hamlesini "anne bir milyon ver top alıcam" cümlesiyle yapar ve tüm gün onu eğlendiren bu renkli topu ya en sonunda ulaşamayacağı bir yere fırlatır ya da dişleriyle parçalar.
slinky:
Slinky biraz daha 90ların başına ait bir oyuncak sanırım. Herkes aşinamıdır bu oyuncağa bilemiyorum o yüzden ama uzun süre eğlence aracımız olan bu saçma şey, en sonunda erkek kardeşimin boğazıma sararak gerçekleştiği suikast girişimi sonrasında annem tarafından parçalanarak imha edilmişti.
Konuşan salak papağan:
Şahsen sahip olmadığım bir oyuncak, oldum olası papağanlarda nefret eerim, o yüzden bu salak oyuncağı da görünce bu kategoriye almak istedim. sahip olsam 3 güne parçalamıştım çünkü.
plastik askerler:
oyuncak tarihinin en ezik, değersiz oyuncağıdır belki. sonları eninde sonunda çöp kutusu olmuştur. zira oral döneme yeni geçiş yapmış olan çocuklar dişlerini bu oyuncağı da deforme etmek için kullanır. kabul edelim, plastik lezzetlidir.
önceleri uçaklarda çocuklar oyalansın diye dağıtılan bu oyuncak, 2000li yıllarda coca cola kampanyasının girişimleriyle az da olsa değer kazandı. en azından benim gözümde.
slimy:
Türkiyede slimy ismi ile ünlü olduğundan şüpheliyim ama, okula en yakın kırtasiyede satılan, içinde göz,bebek ölüsü,örümcek gibi oyuncaklar bulunan bu yarı akışkan şey elinde oynadıkça hacmini yitirir ve en sonunda bir sümük parçasıyla ayırt edilemez hale gelirdi.
plastik yılan:
Hiçbir zaman istenilen amacına ulaşamadı. ailemizi arkadaşlarımızı korkutmak adına alıp koltuk, gazete, kitap arasına yerleştirmek, hatta abartıp kurbanın yüzüne fırlatmak suretiyle oynadığımız bu oyuncak hiç kimseyi yeterince korkutamadı.
ve diğerleri:
pazar davulu
ipli topu sayesinde kafa göz yaran pingpong raketi
amaçsız eko yaratan mikrofon
plastik tavuk
skip ball muş adı.
bu listeye binlercesi eklenir tabi. aklına gelen ulaşabilir ama.
edit: listede tek eksik olduğunu düşündüğüm mıknatıslı balık tutma oyuncağı Cumhur arkadaşımızın desteğiyle bizlerle. buyrunuz;
6 Kasım 2010 Cumartesi
cuma sabahı en sevdiğim ceketimle atkımı alıp gittim yine o konsolosluk önüne. girdim içeri, artık kanka olduğum güvenlik görevlisi hildaya buenos dias dedim. Yüzünü görmeye bile katlanamadığım görevliye yüzümde sahte bir gülümseme ile elimdeki kağıdı uzattım. bir kaç dakika sonra bana geri dönüp bulunduğu camın arkasından vizeniz reddedildi diye bir cevap verdi. İşte o anda ekran ikiye bölündü, expectations and reality başlıkları altında, hani 500 days of summer filmindeki gibi. expactations kısmında, cama geçirdiğim yumrukla beraber yakasından tutup yanıma çektiğim yaşlı bunağın yüzüne tükürüp, bana bir yere vize verecek kişi çok derken, herif de securitas! securitas! diye bağırmaktaydı. fakat reality kısmında; sahte gülümsememin yerini alan bön ifade ile birlikte gerekçe belirtilmiş mi diye sordum, daha sonra imza atmam gereken yer için kalem rica ettim, imzamı atıp çıktım,bulduğum bir yere oturdum kaldım. ne de olsa daha önce hiç reddedilmemiştim, hiç bir konuda. ahahahah. daha sonra harcadığım bir milyara yakın parayı düşündüm, bir bardak su içtim, yetmediğinden olsa gerek gece için planlar yapmaya başladım, mümkün olduğunca alkol ve yüksek sesli müzik içeren.
Bu gibi durumlarda içine girdiğim amaçsızlık hissinden kurtulmak imkansız. hayal kırıklığına uğradığımda genelde ilgimi alakasız bir alana veririm kafamı dağıtmak için. arkadaşlarıma yönelirim, elektroniğe yönelirim, alışverişe yönelirim. ama derslere yöneldiğim hiç olmamıştı. bu ara yine içine girdiğim "niye yaşıyoruz ki lan" temalı pesimist düşüncelerden kurtulmak adına, nefret ettiğim hocaların dersinde en öne oturup, derslerinde deliler gibi aktif olmaya başladım. ne kadar sürer bilmem.
bayramda barcelonada boğa kesme planları yaparken, tekirdağda koyunla, kuzuyla yetinmek olmayacak ama.
26 Ekim 2010 Salı
gitarını çantasına yerleştirmeye çalışan oda arkadaşımı izlerken, birşeyler yazmanın iyi fikir olabileceğine karar verdim.
hayatımdan bahsetmeye çok üşeniyorum böyle uzun aralıklarla yazdığım zaman. şöyle özetleyebilirim; arkadaşlarım,alkol ve akabinde dans. ahahah.
şöyle ki bir sabah kendimi, çoraplarımı buzdolabına koyarken yakaladığım an, daha az içme kararıaldım. ama daha önce bahsetmiştim. kendisine tabu koydumu insan, daha bir bağlanıyor o şeye, o şey herneyse.
yine bir kasım ayına yaklaşıyoruz ve ben yine yurt dışı planlarımı hayata dökmek adına konsolosluk önlerinde çürüyorum. bu kasımda ispanya,fransa ve italyaya gideceğim vize çıkarsa.
daha doğrusu birlikte gideceğim insanlar öyle istedi. benim tek isteğim duty free den m&ms ve lucky almak, ucuz bacardi ve cider içmek, ve en önemlisi çocukluk hayalim olan euro disneylandi görmek. belki yine bir günlük tutarım oralardayken. tabi tüm hayallerim konsolosluktaki mongol herifin bana yollayacağı red zarfıyla başka bahara da ertelenebilir. neyse. think pink.
başka nelerden bahsedebilirim. he mesela motivasyon. inanılmaz bir şey. sizi motive edebilecek küçücük birşeyle yapabilecelerinize inanamazsınız. bur da gelişim kitabı griş cümlesi gibi oldu ama idare edin. samimiyim ama. ben ki kendi çizdiği resimleri çok nadir beğenen birisiyimdir. bir tane kalem var. böyle çok değişik marker gii de değil grafik kalemi gibi de. o kalemi elime aldığımda adeta level atlıyorum. kendimi aşıyorum. ama marifeti kaleme yükledim. herhangi bir kalemle öyle çizemediğime inandım. gerçi bunun adı motivasyonmudur bilmem ama. kötü bir örnek oldu sanırım evet.
haydi bu kadar yeter. kalın sağlıcakla. bu da ne demekse.
15 Eylül 2010 Çarşamba
buraya geldiğime göre aklımda birşeyler var ama bulamıyorum.neyse klasik yöntemimle devam edeyim o zaman, bu yöntemin adı;"aklına ne gelirse yaz koçum, çekinme."
koçum kelimesini de hayatımda ilk kullanışım sanırım. güzel oldu.tamam,lets begin.
harika rüyalar görüyorum. öyle böyle değil. hayatımın hiçbir döneminde bu kadar entrikalı,çılgın rüyalar görmedim.burada anlatılmaz tabi ama şöyle spoiler vereyim, nerde benim "viski kolam" diye barmen azarladığım bir sahne var ki of. viski kola hani,dünya üzerinde yok.
anneannemlerin 70ler üretimi ,ölüm makinesi bir asansöre sahip külüstür apartmanında bile otomatik lamba dönemine geçilmişse, gerçekten bir çağın bitişinin eşiğindeyiz demektir. hani bu çılgınlık ne zaman başladı, ne zaman bu kadar yaygınlaştı bilmiyorum ama, ben memnundum 30 saniyede sönen apartman lambalarından, zifiri karanlıkta o klik diye ses çıkaran düğmeyi bulmak adına duvarları taciz etmekten, ya da ışığı yaktığın anda,bir yarışın startını vermişçesine merdiven yarışı yapmaktan. şimdi ağız tadıyla apartmanda karanlıkta bile kalınmıyor lan. hayır yaşlanmadım,o telaş anını özledim sadece. fırt fırt fırt her boka hassasiyeti var bu yeni lambaların burnunu karıştırsan lamba yanıyor.FLAŞ! SPOTTED! hayır burnumu karıştırdığımdan değil, benim iğrenç huyum tırnak yemektir.
giyim adına yaptığım bütün yatırımlar kısa kollu tshirt üzerine olmasaydı, kışın çıplak gezip yataklara düşmek zorunda kalmazdım bence. bunun bilincindeyim ama olmuyor. yeni bir pantolona mı ihtiyacım var, yerine 3 tane tişört alıyorum. kazak mı almam lazım,gömlek mi, boşver iki tişört al unutursun. bütün çoraplarım eskimiş mi,BOŞVER TİŞÖRTLERİNİ GEÇİRİRSİN AYAĞINA. durumun ciddiyetini kış geldiğinde anlıyorum, üzerimde mikili tişörtümle dımdızlak hissettiğim zaman,ağustos böceği misali.
yaklaşık 3 dakikadır yanıp sönen siyah çubuğa bakıyorsam, bu yazının da devamı gelmeyecek demektir. bitti diyelim o zaman.
14 Ağustos 2010 Cumartesi
bak şimdi
9 Ağustos 2010 Pazartesi
Ha inanılmaz bir yaz tatili geçiriyorum da kelimelere dökemiyorum değil olay. bir şey yaptığım yok. gündüz torrentten indirdiğim dizi bölümlerini izleyip gece dondurma yiyorum.fotoğraf çekiyorum,resim çiziyorum. arada bir istanbula gidip geliyorum. ha bir de dörtbeş günlüğüne tatile gittim o. ıstakoz olup geldim. ben size diyim gökçeada'da feci las vegas potansiyeli var. ya da komple disneyland yapacaksın. biz o olur bu yapılır derken onu da alırlar elimizden yakında o olur. bugün çok asiyim.
Asi dedim de, farkettim ki internet alemine, olan biten, popülerlik kazanmış her şeye isyan etmek için gönderilmişim.evet bu cümlenin devamını getiremedim bu kadar.paragraf başı yapayım en iyisi konu kapansın.ya da dur kapanmasın, gerçekten sinir bozucu çünkü, hani herkes bilmiş bilmiş, aşk işte budur, eski sevgili boktur,boyu değil işlevi,götü değil memesi. hayır dünya meseleleri hakkındaki düşüncelerini yazsınlar da demiyorum ama, sabah akşam her yerde herkesin ikili ilişkiler hakkında atıp tuttuklarını okumaktansa, ebayde alışveriş yapıp maddi manevi zarara giriyorum. bana da yazık.
neyse dondurma yiyeyim ben.
28 Temmuz 2010 Çarşamba
meğerse bizim olayımız bu bombermani insan yapmak mış, üstelik bu insan kim,lode runner oyunundaki insan. yani lode runner oyunu bir nevi bombermanin devamı oluyor. lakin bu durumda şunu farkettim.
23 Temmuz 2010 Cuma
biraz update zamanı
bir de gitmeden bir şey daha eklemek istiyorum ama ne olduğunu bilmiyorum. şöyle diyim; ciddi anlamda zaman dediğimiz kavram her derde deva. bunu zaten ilk defa benden duymuyorsunuz ama,öyle. aklınızın bir yerinde bulunsun.
4 Temmuz 2010 Pazar
kek yiyince aklıma geldi
şanslıysak bir yabancının evinde, ya da bir yakınımızda, şanssızsak kendi evimizde.
Okuldayken, öğlenci olmadığımıza küfür ettiğimiz tek gün, okulun çıkış zilinin çalmamasını istediğimiz tek gün,ayaklarımızın eve gitmek istemediği o gün.
evet o "gün" den bahsediyorum.
hani altın günü olanı vardır,dolar günü, havlu gününü de duydum ama yaşamadım hiç.
Yalnız değilsiniz, hepimiz gerçek nefretin ne demek olduğunu o zaman öğrendik. öz annenizin, odanıza küçük salak birçocukla, hatta belki bir kaç tanesiyle gelip, "hadi abinle/ablanla oyna" ya da " çok sıkılmış abisi/ablası, azıcık bilgisayar oynat" ve benzeri cümleleri kurduğu gibi odanızın kapısını kapatıp gittiği an nefret ettiniz siz de, biliyorum. tanımadığın çocuk alık alık yüzüne bakarken, çocuktan da nefret ettin. daha da kötüsü, eve biraz geç gelmişsen, odana girdiğinde karşılaştığın bir grup çocuğu gördüğünde, tüm insanlıktan, hayattan nefret ettin. hepimiz ettik.
Kendi evinde hapis hayatı yaşadığın o saatlerde, tuvalete bile kaçamak gittin. Çünkü biraz da büyümüşsen-büyümekten kastım öyle çok büyümek adam olmak değil, ergenliğe girmek yeterli- biliyordun ki annen seni odanın dışında yakaladığı ilk fırsatta, "gün camiasına" defile yaptırmak üzereo korkunç salona atacak, işte bu da benim ortanca/ küçük/büyük oğlum/kızım diyecek ve karşınızdaki kadınların gözü, içinde bir tatlı,bir tuzlu bir de salata olan tabaklarından size yönelecek, yorumlar başlayacak, kaçamayacaksın. Bu yorumlar,sorular içerisinde benim en garip bulduğum; "bilmemne öğretmeni tanıyor musun, benim oğlumun öğretmenidir o?" sorusudur. Hiçbir zaman bu soruya tatmin olabilecekleri bir cevap veremedim. Oysa istediğim "tabi ki tanıyorum, 7 yaşına kadar beni o büyüttü." ya da "8-10 yaşları arasında tutkulu bir ilişki yaşadık kendisiyle" gibi cevap vermekti.
Bu bahsettiğim cehennemden bir "gün" havasında geçen günün akşamı da bir o kadar iyidir ama. Akşamüstüne doğru pılını pırtını toplayıp giden misafirlerden sonra, ilk önce bir kere kendinize verdiğiniz oda hapsinin sona ermesinin verdiği mutlulukla evde akrobatik hareketlerle gezersiniz. Mutfakta annenizin normal zamanlarda mikseniz yapmayacağı yüz çeşit gün yemeği artık sizindir. başka hangi "gün" ün sabahına amerikan salatası ile başlar ki insan mesela?
İşte böyle, ne zaman kek, kısır yesem o korkunç günler aklıma geliyor. sizin de geliyorsa, kendinizi kötü hissetmeyin, acınızı paylaşıyoruz. bizim gibi insanlar için bir fon bile oluşturduk.
2244 e atacağınız boş bir mesajla "kadın günlerinde çocuklarını günübirlik yurtdışına yollama" vakfımıza siz de katkıda bulunabilirsiniz. benim yollayacağım mesajla ne olur demeyin. çok şey olur. biz yaşadık, çocuklarımız yaşamasın.
AKLJSDHLHSDLSA
bitti.
23 Haziran 2010 Çarşamba
brain storming
- insanlar artık hotel california isimli kıytırık şarkının kendisinden daha kıytırık olan hikayesine inanıp duygulanmasın, kendinden geçmesin. yok otele gitmiş de otel yanmış, sırlar dünyası bölümü.
- nothing else matters da dinlemeyin artık.
- ya gerçekten, ingilizce veya herhangi bir yabancı dili iyice bilmiyorsan, rahat bırak onu. çok komik gözüküyor,cümlenin am is are ını yazmayı unutan görüyorum lan, bu nasıl bir heyecan. google translator falan da hepsi yalan işler,ben de denedim fransızca yazılar yazmayı oraya buraya da, rezil oluyor insan sonra.
- duygusal yazı yazma kompleksim var, çok ciddi. okuyunca çok ezik geliyor. samimiyetsiz. bir önceki yazı da öyle mesela, çok da duygusallığı falan yok gerçi ama, başlangıç cümlesi yeter bir kez, okudum güldüm.
- planların insanı değilim, ne zaman bir şey için plan yapsam, bir terslik çıkıyor, hiçbir terslik çıkmadıysa da ben kendim bir terslik çıkarıp o plana uymuyorum. çok anarşistim aslında. kjdhjkfhs.
10 Haziran 2010 Perşembe
otobüs
gel gör ki bir de "otobüs vakası" olarak adlandırdığım vakalar var. hani şu yaşıma kadar bir tane uzun mesafe yolculuğu hatırlamıyorum ki çocuk viyaklaması olmadan,sakin, huzurlu geçsin, olay sadece ağlamaları da değil, arka koltuğu tekmelemek olsun, ıklamaları gıklamaları olsun, muavin,hostesle aralarındaki garip disiplinleri olsun, hiç hoşlanmıyorum. küçük bir bebek ile ilgili en cani, acımasız hayallerim otobüslerde oluşuyor haliyle.
ikinci bir konu da istisnasız her zaman biletlere ya ismimin ya soyismimin yanlış yazılması, melih çebe den tutun, merih çevik e kadar. bugün de melik çebi yazdılar.
son aklıma gelen de, otobüslerde dağıtılan şu salak keklere neden bu kadar heyecanlanıyoruz acaba. hani tanesi 10 kuruşa bile gelmiyordur. istesek otobüsten inince belki kolisiyle alabiliriz ama. o bilete verdiğin 30-40 liranın hiç değilse 10 kuruşunu da olsa geri aldığını sanma hissi güzel.
9 Haziran 2010 Çarşamba
ne zaman oturduğum bir mekanda final countdown çalmaya başlasa, böyle bir yerden rüzgar yüzüme doğru esmeye başlasın istiyorum, sigaramı küllüğe artist bir şekilde bırakıp, ya da bilmiyorum ayaklarımın altında ezmek de olabilir, dünyanın en kuğl adamıymış gibi yürüyerek mekanı terketmek istiyorum. çıkış kapısını açtıktan sonra da şöyle etrafıma bakarak bir gülümseyim,dişlerimi göstermiyim ama çünkü baya çirkinler, sonra da bir yere gideyim işte.
anlatınca scrubs tan komik bir sahne gibi gözükmüş.
hiçbir zaman böyle şeyler olmuyor tabi, onun yerine bu anlattıklarımı düşünüp gülmeye başlıyorum ve yanımdakilere anlatıyorum, onlar da gülüyorlar.
çok sıkıldım. hayatımın bu kadar yoğun, daha doğrusu dikkatimi dağıtacak aktivitelerle geçtiği bu döneminde böyleysem, önümüzdeki yazdan korkmuyor değilim. mesela aslında bu gece beni eğlendiren tek şey, arkadaşımın banyosundaki garnier isimli yüz maskesi-peeling tarzı şeyi işerken görüp,yüzüme sürdükten sonra, aynadaki beyaz yüzüme bakıp, koyu bir alman aksanıyla gağhniye dememdi.
saat 02.09,
kafamdaki anılar bir türlü siktirolup gidemediler.
mutfaktaki kuru fasülyeyi düşünmeye çalışıyorum ama olmuyor.
iyi geceler.
6 Haziran 2010 Pazar
22 Mayıs 2010 Cumartesi
yazar dahi olmadan writer's block sendromunu yaşamak ne kadar ilginç. neyse biryerden başlamak gerek. yağmurdan konuya giriş yapabiliriz mesela. hava baya yağmurlu bugün. oda fazla ışık almıyor, böyle bir durumdan neden zevk alınır ki diye düşündüm. güvende hissetme duygusu heralde.
evet 5 dakikadır ekrana bakıyorum. olmuyor,fazla zorlamayalım.
geç kaldım zaten.
10 Mayıs 2010 Pazartesi
7 Mayıs 2010 Cuma
Şimdi bir şey farkettim.
Böyle bir çok sahne canlandı gözümde. Flashback cinsinden. Mesela sifonu da işedikten sonra değil, işeme esnasında çekiyorum. Bekleyemiyorum. Rutinden kurtarma çabası.Ne var başka, asansörü yaklaşık 30 saniye beklemek yerine 5 kat merdiven çıkmayı tercih ediyorum.Youtube da video izlerken bile o kırmızı şeyin dolmasını beklemiyorum. Bilinçaltımda ne var bilinmez.
Yarın ki vizede de sınav süresinin bitmesini beklemeden çıkarım bu gidişle.
Bir de şunu farkettim;para kazanmak adına çeviri işine yüklenmeye başladığımdan bu yana, kullandığım türkçe, eskiden star'da yayınlanan korku filmlerinin ucuz dublajlarına benzemeye başladı.kötü.
27 Nisan 2010 Salı
20 Nisan 2010 Salı
19 Nisan 2010 Pazartesi
Vardığım kanı şu; Kadınların hayatlarını yönlendiren sorunlara baktığımızda hepsinin geneli 3 soru üzerinde toplanıyor:
-Ne yiyelim?
-Ne giyelim?
-Kiminle sevişelim?
Yanımdan hızla geçip giden insanların ağızlarından kapabildiğim cümlelerin geneli bu kapılara açılıyor.
Yine aynı gözlemlerimin ışığında (duyan tez yazıyorum sanacak ) söyleyebilirim ki bu sorular kadınlar arasında,sıraladığım hiyerarşi doğrultusunda soruluyor.
Nasıl mesela? Şöyle anlatıyım, Birincil derdi "ne yiyelim" olan kadınlar, şöyle bir bakıldığında, üstüyle başıyla o kadar da ilgilenmeyen,karşı cinsle ilişkiden çok,arkadaşlık ilişkilerinde ön planda olan bir kız oluyor, benim gördüğüm örneklerde kilo fazlalığı olan,kapalı kızlar genelde bu soru grubuna girmekteydi.
"Ne giyelim" derdiyle yanıp tutuşan kızlarımız daha çok mağazalarda gözü başka hiçbir insanı görmeyen türde, yaşları 17-30 arası değişen birbirinden bakımlı kadınlardan oluşuyordu. Ben bu kızlara, mango kasasının sırasında arkadaşımın aldığı bir giysinin parasını ödemek için beklerken rastladım.Siz nerede rastlarsınız bilmem. Kendileri ödeme sırasında beklerken bile ellerine en yakın hizada bulunan bir kaç parça giysiyi tutup çekiştirme derdindelerdi.
"kiminle sevişelim" diye adlandırdığım üçüncü tip kadınlarımıza ise kafe,bistro,bar tarzı mekanlarda rastlıyoruz. Hiyerarşide en üst basamağa ulaşmayı başarmış olan bu kadınların karınları toktur,önlerinde yüksek ihtimal bir çeşit bitki çayı ya da light bira vardır. Muhtemelen ikinci basamağı henüz atlamışlardır ki oturdukları masanın bir sandalyesinde mutlaka çantaları ve bir takım poşetler oturmaktadır. Bu grupta dikkat çeken en büyük özellik, etraflarındaki erkek cinsi varlıkları incelemekten birbirleriyle bile sohbet edememeleridir.
Anlatmak istediklerimin sonuna geldiğim bu cümlede belirtmek isterim ki,bu yazı kadınları yermek amacıyla yazılmamıştır.Aksine sadece yaptığım bir gözlemdir.Zira aynı gözlemi yoldan geçen erkekler üzerinde yaptığımızda,basamak sayısının 1 e düşmesi de olası bir durumdur. O biri de siz bulun artık.
15 Nisan 2010 Perşembe
Tek kişi yaşamaya başladığım şu son 3-4 aydan bu yana bir hayli tek kişilik düşünmeye başladım.Bulaşık yıkamamak için son 3 gündür odamda içmek istediğim çayı içmiyorum.yeni bilgisayara itunes yüklemeye üşendiğim için artık müzik dinlemiyorum.
Ve tam şu anda farkettim ki, aylardır üstüme örttüğüm ekoseli kahverengi battaniyenin üzerinde bile "tek kişilik" yazıyor.
Bugün internetten sipariş ettiğim ayakkabılar elime ulaştı.büyük oldular biraz.
bazen neden bu kadar garson boyum diye düşünmüyor değilim.
12 Nisan 2010 Pazartesi
artık tadını unutmaya başladığım,adam gibi noodle'dan yedim.zam gelmiş ama.
sonra donas da yedim.
yeni yerler açılmış,havelka ve del mundo adında iki tanesine gittim.çok güzel yerler.konsept kafe olgusu harika zaten.ankarada pek yok.
glow denen clubdaki şarkı söyleyen kız tatlıydı baya.
güzel bir haftasonuydu.
Buradaki adıyla aşti.
eskişehire gideceğim.
etrafta bakıyorum,her yerde bir sürü anı var.
hem üzgünüm,hem de komik şeyler geliyor aklıma.
ha bir yandan da sigara içiyorum.
sonra yanıma benim yaşlarımda bir çocuk geliyor,o da bir otobüs bekliyor heralde.
bir an için göz göze geliyoruz,derken yanındaki iki asker kıyafetli adamı farkediyorum,beraberinde de çocuğun bileğindeki kelepçeleri.yanındaki askerlerden birinin bileğine bağlı.
bir an için kendimi yerine koyuyorum çocuğun,
sonra ne kadar saçma şeylere üzüldüğümü farkediyorum,sonra sigaram bitiyor,sonra da otobüs geliyor.
7 Nisan 2010 Çarşamba
belki bu şekilde samimiyetimi geri kazanabilirim.
çok sıkıldığım bir konu var.aslında bir kaç tane. ama bir şekilde söylemeye başlamak gerek.
mesela beni tanımayan,ya da iyi tanımayan insanların hakkımda dünyanın en olumsuz fikirlerine sahip olması canımı sıkmaya başladı. baya sevilmeyen bir insan olduğuma kabullendirdim kendimi.
çok soğuk,itici görüyormuş herkes. onlara puanım 9.
bu akşam 5 ile 9.30 arasında uyuyordum ben.odamın kapısını kilitlememişim. hayal olarak hatırlasam da giirip çıkan bir kaç tane insan aklıma geldi. bir de yağmur yağıyordu ve şimşekler dolayısıyla oda periyodik olarak beyaz bir ışıkla kaplanıyordu. uzun süredir bu kadar rahat uyumamıştım.
hayatımda ilk defa kıskançlık olgusunu tam anlamıyla yaşıyorum sanırım.
kimi,neyi,ne için olduğunu burada yazmama gerek yok.
istanbulu özledim bir de.
30 Mart 2010 Salı
bir de üstüne bu kızımız nintendo wii de boks gibi ekstrim hareketler gerektiren bir oyunu oynuyorsa ,yanınıza yiyecek birşeyler alın, oturup sitcom kafasında izleyin.aklıama geldi yazdım.
geçen doğum günümdü.28 mart.lady gaganın da doğum günüymüş ilgileri üstüne topladı.ahahah.
20 yaşında olmuşum. bazılarının iddaalarına göre "21 den gün almışım". ben inanmıyorum tabi.
doğum günüm değişik geçti.garip. güzel ama.hiçbir zaman sweet sixteen partilerinin insanı olamamışımdır.kalabalığın dikkatini üzerinde toplamak baya rahatsızlık verici.
analog kameraylaa fotoğraf çekmek çok garip bir hismiş.her çektiğim fotoğrafın ardından bakalım nasıl çıkmış diye kameranın arkasına yöneliyorum sanki bir ekran varmışçasına.
heyecan verici.
bu yaz nasıl geçecek çok merak ediyorum.kaç senedir eğitim hayatının içindeyim,bu geçireceğim kaçıncı yaz tatili bilmiyorum ama hayatımda ilk defa yaz gelmesin istiyorum.
bu kadar şimdilik.
27 Mart 2010 Cumartesi
people come,people leave
her zaman arkadaşların sevgililerden daha kalıcı olduklarını düşünürdüm.ilişkiler başlar ve biter,arkadaşlık kalır gibi.
ama şimdi düşünüyorum da,5 sene önce,hatta bırak beş seneyi,geçen sene sabah akşam görüştüğüm insanlar şimdi sadece facebook account umda süs duruyorlar.çok ilginç.
bunu söylemek istemiştim.
19 Mart 2010 Cuma
bir de bir kitap aldım.sookie stackhouse novels serisinin bir kitabı all together dead diye.sonra kitabın serinin 7. kitabı olduğunu öğrendim.yine kapak tasarımını beğenip kitap almamın bir sonucu bu da.okunur mu bilmem.
buraya günümün nasıl geçtiğini,neler yaptığımı yazmayınca,veya facebook a fotoğraf yüklemeyince hayatımın çok sıkıcı geçtiğini düşünenler varmış.çok garip değil mi.
neyse bu kadar.
15 Mart 2010 Pazartesi
bu bir huy olabilir,bir kişi olabilir farketmez.
şey hissi gibi aynı,hani" bu son paket,daha da sigara içmiyorum "yalanı vardır ya,belki iki üç gün-hafta içmezsin ama sonrasında eskisinden de çok sigara içmeye başlarsın.
Veya "bu pazartesi az yemeye başlıyorum,akşamları da koşu yaparım" diye kendi kendine konuştuğun pazar gecesini fıstık ezmesiyle geçirirsin.öyle bir şey.
O yüzden herşeyi oluruna bırakmak gerek diye düşünüyorum.Radikal kararlar alma fikri her zaman da bir işe yaramıyor.
Yine o yüzden olabilir ki birşeylerden vazgeçmek yerine o şeyler benden vazgeçsin istiyorum.daha cazip değil mi.Mesela sigara" seni bırakıyorum melih" desin.
Ha bunu dedim diye sanmayın ki yine tırnaklarımı yemeye başladım.Yok öyle bir şey.
9 Mart 2010 Salı
"Çok girişken,neşeli,sır tutmasını bilen bir yapım var benim.yane ben demiyorom arkadaşlar öyle diyor genelde."
ola ki geçmişte bende bu hataya düşüp böyle tanımlar yapmışsam kendi hakkımda,inanmayın.
Bu ara çok fazla ton balığı yiyorum ve aklımda çok şey var.
4 Mart 2010 Perşembe
işte yolun kenarında bir kadın ve tuttuğu tasmanın ucunda bir tane köpek var.Hangi cins bilmiyorum ama çok tatlı bir şey.haliyle herkes yanından geçerken "aneğğ,yerummm,lenn" gibi tepkiler veriyor.Biz de modaya uymuş bir yandan köpeğe sözlükte herhangi bir anlam ifade etmeyen garip kelimelerle seslenip,diğer yandan çaktırmadan sahibi kadın ne tepki veriyor rahatsız oldumu diye göz ucuyla bakarken bir anda ayağa kalkıp arkadaşımın üstüne atladı köpüş.(evet köpüş de kullandığım kelimelerden biriydi.)baya da büyük bir şey.ama öyle saldırma atlaması değil.bildiğin kendini sevdirme çabası.
işte bu kadar.
çok güzel bir andı.
hemen yine kafamda kedi köpek karşılaştırması yaptım.hangi kedinin kendini sevdirmek için üstüne atladığı görülmüş.
bitti.
16 Şubat 2010 Salı
Migrostan her mantar aldığımda,veya spagetti yaptıktan sonra şuna mantar sosu da hazırlayayım dediğimde aklıma selinin gelecek olması çok trajikomik değil mi.
Normalde insanlar eski kız arkadaşlarını bir parfüm kokusunda,bir kitap isminde,şarkı sözlerinde falan hatırlar herhalde.sağlıklı olanı budur sanırım.
ilginç bizimkisi işte.
müpamantar.ahah.
siz de oturmuş bunu okuyup,bıkmadı bu çocuk zavallı kafasında tavırlardan diyorsunuzdur.
terbiyesizler.
az kaldı şurayı da gizliye almama zaten.
12 Şubat 2010 Cuma
çocukken insanlarla iletişim kurmak ne kadar kolaymış onu düşünüyordum.
düşünsene,50 metrekarelik bir alanda,küçük arabaların içindesin ve arabayı hiç düşünmeden başka birinin arabasına hızla çarptırıyorsun,ne bileyim köşeye sıkıştırıyorsun,hatta bazen başkalarıyla anlaşıp bir kişiye dalıyorsun falan,sonra da beynini yerinden oynattığın o kişiye bakıp gülüyorsun.nasıl bir eğlence anlayışıymış.hiçbirini de tanımıyorsun,nasıl bir kendine güven,hepinizin ağzına sıçarımcılık.küçükken işler farklıymış.
Ben bu kadar agresif ve sinir hastası bir tavrı başka hiç bir evcil hayvanda görmedim,çok sevimsizler.Bence bu küçük köpeklerin bu denli fevri davranmasının nedeni,yine küçüklüklerinden geliyor,fiziksel gelişimlerinin zayıflığının verdiği ezikliği insan ırkından çıkarıyorlar,sahipleri onlara bakıp besleyen oldukları için de,streslerini bir yabancı üzerinde atıyorlar.Bir yerde bu tür köpek cinslerinin küçük kalabilmesi için hormon ilaçlarına maruz bırakıldığını okumuştum,bir nevi domates gibi düşünün,durum tam tersi sadece.O ilaçların üzerlerindeki etkisi de olabilir bilmiyorum.
fazla uzatmadan konuyu şöyle keseyim,boyumdan büyük bir köpekle bırak beraber yaşamayı,aynı yatakta bile uyurum amabu bahsettiğim küçük beyaz şeyleri bir tekmede aya yollayasım var.
4 Şubat 2010 Perşembe
digitürk 437 jazz classics'te just my imagination diye bir şarkı çalmakta.ekran resmini de şömine ateşi yapmışlar,düşününce komik aslında,ama gülesim yok.
dün geceden beri boğazlarımda iğrenç bir his var,bu yaşta şurup kullanmaya başladım bu his yüzünden.
tırnaklarımı rahat bırakma operasyonundan beklediğimden çok daha iyi sonuçlar aldım.gitarcı ergen çocuk tırnağı uzunluğuna ulaştılar neredeyse,tırnak makasıyla tanışmalarına az kaldı.
love walked in diye bir şarkı başladı şimdide.kar durdu.bu sene kar yağmasını hiç istemiyorum.
bu kadar.
29 Ocak 2010 Cuma
tatili
- tırnaklarımı yemeyerek
- dişlerimi düzenli fırçalayarak
- hormon hapı kullanan genç bir kızın sahip olduğu ölçüdeki sakallarımı traş ederek
- film izleyerek
- ev yemeği yiyerek
- bazı şeyleri özleyip bazı şeyleri özlemeyerek
- denize bakarak
- kardan tiksinerek
ha bir de insomnia minimum dereceye indi
22 Ocak 2010 Cuma
yeterince kar yağsa,buzla su karışımından deniz smoothie kıvamına gelir mi acaba?
ahahah.
bir üst katta yaşlı bir kadın var.sabah akşam kocasına bağırıyor.kuş uçsa kocam yaptı diye ağlıyor,annemin tıkırtısını duysa mutfakta komşu huuu diye bağırıyor.komik kadın.
Sigara içmem gerek.hani ciddi gerek,o yüzden dışarlarda bir kafe bulmalıyım,şöyle ufosu olan.
ufo.
sdfwlfds
edit 13şubat 2010:okudum da şidmi şu yazdığımı,smoothie konulu saçma düşüncemi belirttiğim soru şeye benzemiş,"babam nasıl bu kadar güzel pasta yapıyor?annem orospu mu acaba?" gibi bir tv reklamı vardı ona.
21 Ocak 2010 Perşembe
2010 yılı 1 senelik ilişkimi bitirdi.
2010 yılı yüzünden 20li yaşlara adım attım.bence 20 çirkin bir sayı.
üstelik 2010 yazması çok zor.çizdiğim bir resme tarih falan atmaya kalktığımda 20010 yazıyorum.
otobüs şirketleri çıldırmış,bugün,içinde 9 saat kaldığım otobüsün ön koltuğundaki televizyonda yaklaşık 50 yabancı,10-15 tane yerli film vardı.Müzik,oyun,tv kanalları, hatta resim seçeneği de olan bu süpersonik dokunmatik ekran cihazın bir de usb girişi vardı.Hani "yettiremediysek kendin takıl" mesajı vermişler.
Jetgiller kafası yaşadığım bu 9 saat boyunca ön koltukta oturan yaşlı amca bu cihazı kullanmayı öğrenemedi.periyodik aralıklarla görevli çocuğu çağırıp "bana sanat musikisi aç" dedi.
Ankaradaki odamda bir buzdolabım var benim.Böyle taş çatlasa bacak hizana kadar gelenlerden var ya,işte onlardan,ama şirin bir şey,magnetler falan yapıştırdım üzerine.neyse.İşte o buzdolabı genelde bomboş olur.içine içecekten başka hiçbirşey koymam.
Bu gece annemlerin evde-benim evim diyemiyorum çok garip,ilk defa gördüm evi lan- içecek bir şeyler bulmak için buzdolabını açtım.çok garip bir andı.önce bir ışık süzüldü üzerime doğru.sanki başka bir dünyanın kapılarını araladım.İçindeki malzemelerle istediğim yemeği yapabilirim heralde.uzun süredir görmemişim böyle bir manzara,yarım saatte bir buzdolabını açıp inceliyorum.Ane,konserve mısırda varmış,oha mantar lan,yok artık barbekü sosu mu o,gibi tepkiler verip duruyorum.Komik hallerdeyim.
Babam uyuduktan sonra salonda bıraktığı sigaradan çalmayı özlemişim.
Impossible triangle diye bir şekil var.kendisi çok güzel bir şekil.abartmıyorum yaklaşık 3 aydır belki üzerinde birşeyler yapmaya çalışıyorum.renklerini düzenliyorum çiziyorum karalıyorum.güzel birşey çıkarsa dövme yaptıracağım diye karar almıştım.
20 Ocak 2010 Çarşamba
yarıan biletimi aldım annemi ,semihi görmek için.
dönemin benim için son gününde rakbarın tekinde ucuz bira içtim,tavuk iskender yedim,belki içlerinden 10 kişiyi tanımadığım bir grupla karaoke bara gittim.
çok güzel sesi olan insanlar var ne güzel.
böyle işte.
başım çok ağrıyor bir de .bu kadar.
bir dönemin sonuydu bugün.
bitivermiş.
14 Ocak 2010 Perşembe
"Melih sen insana inanılmaz pozitif bir enerji veriyorsun,böyle biz mesela birimizin morali bozukken bütün ortamı mahvederiz ama seni hiç bu yönde görmedim,hep enerji katıyorsun" gibilerinden bir şey dedi.Bunu duyunca da mutlu hissettim.En azından insanların yanımda kötü hissetmemesi iyi bir şey.Yani bence.
Benim yapım sanırım böyle işlere müsait değil,bugün uykusuzluğumun tüm hırsını hocaya ağır sözler ederek çıkardığım için bütün çalışma çabam hocanın verereceği bir F2 notuyla havaya uçabilir.Çeneyi bazen tutmak lazım.
edit:çok fazla "arkadaş" kelimesini kullanmışım çünkü isim kullanmak pek hoşuma gitmiyor.
7 Ocak 2010 Perşembe
5 Ocak 2010 Salı
baya sevdim çok güzel.
bir de bu.
bence eğlenceli
edit:apple insanları salak yerine koymayı ne zaman bırakacak acaba,mükemmel vidyo çeken bir aygıt nasıl olur da fotoraf çekemez.ille de saçma sapan bir application ın çıkmasını mı beklemek lazım.ya da daha komiği bir sonraki modelin çıkması.
2 Ocak 2010 Cumartesi
Neil Gaiman'ın the graveyard book isimli kitabını aldım iki üç gün önce,sadece kapaktaki ve içindeki ilüstrasyonları beğendiğim için.Ödüllü bir kitap olduğunu falan daha yeni farkettim,kitabın üzerinde yazıyormuş kocaman.
kitap da budur.
Kitap demişken,şu an Gülse Birsel'in yeni çıkan kitabını okuyorum.Velev ki ciddiyim.Yazılarından birinde Newyork'ta yaşarken üst kat komşusunun Drew Barrymore olduğunu öğrenmiş.Partilerinde çok gürültü yaptığı için apartman kurulu olarak atmışlar kadını.
Sonra düşündüm.Benim de üst katta 317 de gizem var işte.alt katta fırat var.
bir de son olarak ,madem bugün kültür abidesi gibi edebiyat üzerine yazmışım,o zaman ingiliz dili edebiyatı dersi için vize ödevim olan "A rose for emily" e hazırladığım posteri de koyayım buraya;