31 Aralık 2010 Cuma

ON,TOKUZ,SEKİZ.

"galiba 2011'e karlı bir merhaba diyeceğizzzzz, tam bir noel ruhu, let it snow:)))))" diye konuşmaya başladığım bir dünya düşünün.
ya da bunu hiç düşünmeyin şöyle yapalım. "Babuş ben böyle yılbaşı, sevgililer günü falan acıyorum kutlayanlara, gerçekten Amerika'nın ticari oyunları üzerimizdeki. varsa yoksa tüketelim, insanımız cahil ve saf kanka..."

ya da hepsini unutun, zaten eminim duymayanınız kalmamıştır bu ve türevi cümleleri. kızmayın onlara da. gerçekten bak, bence bu çeşit insanlar olmasa hayatın tadı tuzu kalmazdı. bak bir kaç saat önce almanca sınavından çıktım, dersi üstten alan "ciciş" bir kız var. ciciş diyorum ben ona. gerçek bir ciciş çünkü. çok sinirliydim değerli hocamla 92 saat kavga edip çıkmıştım sınıftan, derken ciciş geldi yanıma. "yhaa bide behnn bu adamın arabasına otostop çekmişimmm yaaa inanabiliyomosooon ihihieehoeheo" diye bir cümle kurdu gitti. şu an hayat bana güzel.

ha ne diyordum. yılbaşı heh. niüğ yiığr. NOEL diyen teyzelere de rastladım.
"Ooo kampüse bu sene NOEL erken gelmiş" teyze evet kampüs etrafı süsleme anlayışını biraz abartmış. gördüğü her çam ağacını ışıklı kablolarla boğazlamış olabilir ama, ne yaptın sen,ne kırismısı ne noeli.

Bana hiç bir anlam ifade etmiyor gerçekten böyle günler. Hatta böyle doğum günüymüş, yeni yılmış falan, eskidiğimi hissettiren her gün sinirimi bile bozuyor. a bu demek değilki yazının başında belirttiğim "babaoli ticari oyunlar bunlar" tayfasına dahilim.
Yok canım. Bende hepiniz gibiyim. Bende o malum anda "hayti geri sayımm ayy ayy kaçırcazz,onnn, tokuzzz, sikizzz" diye sayan sarhoşlar kervanının bir üyesiyim böyle eleştirdiğime bakmayın. bende her tarafı kaplayan geyik süslemelerini, yanıp sönen ışıkları seviyorum. ama diyeceğim o ki farklı bir şey yaptığımız yok arkadaşım,canım benim.
senin de maksimum yaptığın şey alkol alıp dans etmek olacak, benim de.
e ben bunu daha dün yaptım. e işte onu diyorum o günü bugünden ayıran birşey yok lan.
ha şimdi kalkıp "yok ben maldivlerde rihanna'nın özel partisinde giricem" dersen boynumu eğer çeker giderim. Sonuçta bir de şöyle bir olgu var.
"AYY YILBAŞINA YARRAKLA GİRERSEM TÜM YIL YARRAKLA GEÇER EYVAAH" kuramı.
ayıpçı olarak yazdığım kısımlara her türlü kelimeyi getirebilirsiniz.
Öyle bir dünya var mı lan, yılbaşına evde girdin diye tüm yıl evde kaldığını düşünsene. Nasıl fantastik bir dünya. böyle kapı cam yok oluyormuş. tövbeler. ya da yılbaşına seks yaparak girdiğin için infinite bir seks yapma aktivitesi içinde geçse yılın. ileri geri.
tamam çok ayıpçı oldu. sustum. Ayıpçı ne lan bu arada. ne biçim kelime nerden öğrenmişim.

İşte söyleyeceğim o ki, söyleyeceğim bir şey yok. Büyük planlar yapılmadı. Sevdiğim bir arkadaşımın evinde yemek yiyeceğim bu akşam. Aklıma eserse gece dışarı çıkıp "layk a ciğsix layk a ciğsix " ritimleri eşliğinde saçmalayıp on tokuz sekizimi yaptıktan sonra, alkol alıp uyuma planım var. özellikle geçen seneki yılbaşı faciamda sonra, her güne plan yaparım. o güne yapmam.

hepinize iyi yılllağr cicişlerrrrr:::::))))))

not: her zaman söylerim. bütün kültürlerin özel günleri bir yana, cadılar bayramı bir yana. kalbimde cadılar bayramı kutlayamamanın yarası bambaşkadır. niye canım türkiyede artık partiler oluyor kii falan demeyin. çok keko şeyler onlar. çığlık maskeli erkekler ve peri melek kılığında kızlardan oluşuyor. Baya yerinde kutlayacaksın gidip. Süper mario olacaksın mesela.
Ron weasley olacaksın. aquaman olacaksın.
ah nerde.

18 Aralık 2010 Cumartesi

geçen gece ne oldu biliyor musun. tam başımı yastığa koydum uyuyacağım, bir anda flashbackler canlanmaya başladı gözümde böyle önce az az, sonra git gide hızlanarak. durmadan daha uzak geçmişten küçücük anları 5 saniyelik videolar halinde görmeye başladım. durduramıyorum ama. gitgide daha geriye gidiyor, 1998, 97,96,94,92 dur lan imkansız artık hatırlamam. 1 yaşına geldim neredeyse dedim. ama hatırlıyorum işte. abuk subuk anlar hemde. bir kez daha olmuştu bu böyle. sonra annemi arayıp anne böyle böyle birşey olmuş muydu dedim. olmuştu da sen yeni doğmuştun daha dedi.
çok korkunç aslında.
sonra durduramıyorum işte bu flashbackleri saat sabahın 6sı oldu. artık o kadar geçmişe inmişim ki, neredeyse doğum anımı hatırlayacağım öyle bir şey.
kalktım resim çizdim.
sonra dolabı açıp bir tane salatalık turşusu yedim. geçti öyle.

7 Aralık 2010 Salı

"When truth brings no profit, to be wise is to suffer." dedi bu sabah tanıştığım british literature hocam. British literature demek ingiliz dili edebiyatı demekten daha havalı evet. edebiyat kelimesini oldum olası sevemedim ben çünkü. bir samimiyetsizlik oldu hep. şiir gibi. aynı his. neyse konu o değil, konu ne bilmiyorum. bu sabah bu sözü duyduğumda iyi hissettim. hani bazı zamanlar olur ya; düşünüp de kelimelere dökemediğiniz birşeyi birinin yıllar, belki asırlar önce dile getirdiğini öğrendiğiniz anlar. tamam böyle anlar öyle gündelik hayatın vazgeçilmezi anlar değil. fazla spesifik. hatta şu an ben uydurmuş bile olabilirim. tamam konu şu sanırım. sözler çok şey değiştirir. sabah 45 dakika boyunca trafiğe takıldığı için beklemek zorunda kaldığım bu hocaya sövdüğüm küfürleri yuttum mesela. sadece eski bir alıntı yaptığı için. anlattıklarına kendimi kaptırdığım için.

Bu ara hayatım çok garip bir düzen içinde. hiç olmadığı kadar. her şey olmasını istediğim gibi. hiç bir zaman hepsi bir arada olmaz dediğim şeyler birlikte çok da güzel gidiyor gibi. ne gibi?
mesela herhangi bir sunum, vize tarzı bir şeye 24 saatten az vakit kalmadan çalıştığım görülmemişti. 4 gün önceden bir sınava çalıştım. kendime inanamadım. bunda arkadaşlarımın da etkisi var tbi ama olsun. olayı kendime yormayı seviyorum.
ha mesela, 4 gün önceden vizeye çalışmış bu çocuk, o 4 günden 1 gün önce dımtıs şarkılar eşliğinde 6 saat dans etti. veya sınırsız pizzanın canını çıkardığı günün akşamında yağsız süt,yeşil elma, kızarmış kepekli ekmek gibi ürünlerin olduğu bir alışveriş yaptı. veya bir kaç saat önce bir arkadaşının çaldığı elektro gitar eşliğinde coldplay şarkıları söylemeye çalışırken, daha sonra başka bir odada başka bir arkadaşıyla saz eşliğinde "abe kaynana naptın bize" gibi sözleri olan şarkılar söyleyip roman havası oynamaya çalıştı. demek istediğim tezatlığın oluşturduğu bir düzene girdi. girdim. ve garip şekilde harika hissettiriyor. bir de şu cümlelerim ingilizceden türkçeye çevirilimiş kötü cümleler gibi olmasa herşey harika olacak. "ve garip bir şekilde harika hissettiriyor" ne demek allah aşkına. " and it feels great in a weird way" dediğinde neden daha düzgün geliyor kulağa. neyse.
harika olmayacak tabi. en mutlu olduğum anda bile eksik hissediyorum. en olmaması gereken bir şey veya bir kişi için orası ayrı. ama bu da benim kötü yanım olsun. eksik yanım olsun, öyle kalsın. herşey tamam olacak değil ya.

bu da böyle bir yazı olsun.

8 Kasım 2010 Pazartesi

üvey evlat muamelesi gören oyuncaklarımız

Oyuncak kavramının hayatımdaki yeri büyük oldu hep. Bu 5 yaşındayken de böyleydi, 20 yaşındayken de böyle. Muhtemelen 30umda da bir şekilde hayatımda olacaklar. 12-13 yaşlarındayken annem "bir iki seneye yüzlerine bakmayacaksın o zaman göreceğim seni" demişti. O bir iki sene bi türlü geçmedi ama.

Tamam, bu yaşta bir çocuk olarak, final zamanı oturup oyun da oynamıyorum, hatta uzun süredir "oyun" kapsamında yaptığım tek faaliyet drama derslerimdeki abukluklar ve bazı geceler arkadaşlarla oynadığım batak oyunu. Ama zaten bahsettiğim şey oturup oyuncaklarla kurduğum senaryolar değil, bu cümlenin sonunu getiremedim. Bahsettiğim şeyi ben bile bilmiyorum sanırım. Ama bildiğim bir şey var, bana bunu yapan bir şey varsa o da winnie the pooh daki christopher robin karakteri, bu sayıyı ikiye katlarsak toy story deki andy olabilir.

Üçüncü paragraftayım ve hala sadede gelemedim ama şu amaçla başladım yazıya; Küçük bir çocukken aklım fikrim ya teknoloji harikası oyuncaklar, ya marka olmuş karakterlerin pahalı oyuncaklarındaydı. Özetle oyuncağın kalitesi ona verdiğim manevi değerle doğru orantılıydı. Ki hala öyle, aradan zaman geçti, ben hala bir şekilde oyuncaklarlayım, artık sevdiğim sanatçıların yetişkinlere yönelik, tasarım oyuncaklarını alıyorum oayrı tabi ama bu cümlede bile "evet çok para yatırıyoum onlara" iması var biliyorum.


Evet sıkılıp da okumayı hala bırakmadıysanız geldim sadede. Aklımız fikrimiz pahalı, kaliteli, marka oyuncakdayken gerçekten birikte iyi vakit geçirdiğimiz, amacına uygun olarak eğlenme kafasında kullandığımız oyuncakları unuttuk mu acaba. Ben internette bulduğum birkaç eski oyuncaktan sonra böyle düşündüm . Çünkü birazdan göstereceğim oyuncaklar, pahalı oyuncakçılardan çok, kırtasiyede, bakkalda, herhangi bi tezgahta, hatta bir çocuk dergisinin hediyesi olarak sunulan türden olanlar. Maddi değeri düşük olduğu için elimize geçtiğinde de ağzına sıçtığımız, parçalayana kadar oynadığımız türden oyuncaklar diyeyim daha açık konuşmak adına.

haydi başlayalım;

küçük lastik top
Ya kimse hayatının bir döneminde bu lastik toplardan birine sahip olmadığını söyleyemez bence. Bahsettiğim olayın en alt basamağıdır çünkü bu. topların satıldığı makineler özellikle alışveriş merkezlerinin en işlek köşelerine konur ve o günkü alışverişten kendine pay çıkaramayan çocuk son hamlesini "anne bir milyon ver top alıcam" cümlesiyle yapar ve tüm gün onu eğlendiren bu renkli topu ya en sonunda ulaşamayacağı bir yere fırlatır ya da dişleriyle parçalar.

slinky:
Slinky biraz daha 90ların başına ait bir oyuncak sanırım. Herkes aşinamıdır bu oyuncağa bilemiyorum o yüzden ama uzun süre eğlence aracımız olan bu saçma şey, en sonunda erkek kardeşimin boğazıma sararak gerçekleştiği suikast girişimi sonrasında annem tarafından parçalanarak imha edilmişti.

Konuşan salak papağan:




Şahsen sahip olmadığım bir oyuncak, oldum olası papağanlarda nefret eerim, o yüzden bu salak oyuncağı da görünce bu kategoriye almak istedim. sahip olsam 3 güne parçalamıştım çünkü.


plastik askerler:




oyuncak tarihinin en ezik, değersiz oyuncağıdır belki. sonları eninde sonunda çöp kutusu olmuştur. zira oral döneme yeni geçiş yapmış olan çocuklar dişlerini bu oyuncağı da deforme etmek için kullanır. kabul edelim, plastik lezzetlidir.

tangle:





önceleri uçaklarda çocuklar oyalansın diye dağıtılan bu oyuncak, 2000li yıllarda coca cola kampanyasının girişimleriyle az da olsa değer kazandı. en azından benim gözümde.


slimy:





Türkiyede slimy ismi ile ünlü olduğundan şüpheliyim ama, okula en yakın kırtasiyede satılan, içinde göz,bebek ölüsü,örümcek gibi oyuncaklar bulunan bu yarı akışkan şey elinde oynadıkça hacmini yitirir ve en sonunda bir sümük parçasıyla ayırt edilemez hale gelirdi.


plastik yılan:






Hiçbir zaman istenilen amacına ulaşamadı. ailemizi arkadaşlarımızı korkutmak adına alıp koltuk, gazete, kitap arasına yerleştirmek, hatta abartıp kurbanın yüzüne fırlatmak suretiyle oynadığımız bu oyuncak hiç kimseyi yeterince korkutamadı.



ve diğerleri:


pazar davulu

ipli topu sayesinde kafa göz yaran pingpong raketi

amaçsız eko yaratan mikrofon



plastik tavuk





isim veremediğim merdiven çıkıp kaydıraktan kaydırmalı oyuncak




skip ball muş adı.

bu listeye binlercesi eklenir tabi. aklına gelen ulaşabilir ama.



edit: listede tek eksik olduğunu düşündüğüm mıknatıslı balık tutma oyuncağı Cumhur arkadaşımızın desteğiyle bizlerle. buyrunuz;

6 Kasım 2010 Cumartesi

bir önceki yazıda red diyordum ya. oldu valla.

cuma sabahı en sevdiğim ceketimle atkımı alıp gittim yine o konsolosluk önüne. girdim içeri, artık kanka olduğum güvenlik görevlisi hildaya buenos dias dedim. Yüzünü görmeye bile katlanamadığım görevliye yüzümde sahte bir gülümseme ile elimdeki kağıdı uzattım. bir kaç dakika sonra bana geri dönüp bulunduğu camın arkasından vizeniz reddedildi diye bir cevap verdi. İşte o anda ekran ikiye bölündü, expectations and reality başlıkları altında, hani 500 days of summer filmindeki gibi. expactations kısmında, cama geçirdiğim yumrukla beraber yakasından tutup yanıma çektiğim yaşlı bunağın yüzüne tükürüp, bana bir yere vize verecek kişi çok derken, herif de securitas! securitas! diye bağırmaktaydı. fakat reality kısmında; sahte gülümsememin yerini alan bön ifade ile birlikte gerekçe belirtilmiş mi diye sordum, daha sonra imza atmam gereken yer için kalem rica ettim, imzamı atıp çıktım,bulduğum bir yere oturdum kaldım. ne de olsa daha önce hiç reddedilmemiştim, hiç bir konuda. ahahahah. daha sonra harcadığım bir milyara yakın parayı düşündüm, bir bardak su içtim, yetmediğinden olsa gerek gece için planlar yapmaya başladım, mümkün olduğunca alkol ve yüksek sesli müzik içeren.

Bu gibi durumlarda içine girdiğim amaçsızlık hissinden kurtulmak imkansız. hayal kırıklığına uğradığımda genelde ilgimi alakasız bir alana veririm kafamı dağıtmak için. arkadaşlarıma yönelirim, elektroniğe yönelirim, alışverişe yönelirim. ama derslere yöneldiğim hiç olmamıştı. bu ara yine içine girdiğim "niye yaşıyoruz ki lan" temalı pesimist düşüncelerden kurtulmak adına, nefret ettiğim hocaların dersinde en öne oturup, derslerinde deliler gibi aktif olmaya başladım. ne kadar sürer bilmem.

bayramda barcelonada boğa kesme planları yaparken, tekirdağda koyunla, kuzuyla yetinmek olmayacak ama.

26 Ekim 2010 Salı

merhaba,
gitarını çantasına yerleştirmeye çalışan oda arkadaşımı izlerken, birşeyler yazmanın iyi fikir olabileceğine karar verdim.
hayatımdan bahsetmeye çok üşeniyorum böyle uzun aralıklarla yazdığım zaman. şöyle özetleyebilirim; arkadaşlarım,alkol ve akabinde dans. ahahah.
şöyle ki bir sabah kendimi, çoraplarımı buzdolabına koyarken yakaladığım an, daha az içme kararıaldım. ama daha önce bahsetmiştim. kendisine tabu koydumu insan, daha bir bağlanıyor o şeye, o şey herneyse.

yine bir kasım ayına yaklaşıyoruz ve ben yine yurt dışı planlarımı hayata dökmek adına konsolosluk önlerinde çürüyorum. bu kasımda ispanya,fransa ve italyaya gideceğim vize çıkarsa.
daha doğrusu birlikte gideceğim insanlar öyle istedi. benim tek isteğim duty free den m&ms ve lucky almak, ucuz bacardi ve cider içmek, ve en önemlisi çocukluk hayalim olan euro disneylandi görmek. belki yine bir günlük tutarım oralardayken. tabi tüm hayallerim konsolosluktaki mongol herifin bana yollayacağı red zarfıyla başka bahara da ertelenebilir. neyse. think pink.

başka nelerden bahsedebilirim. he mesela motivasyon. inanılmaz bir şey. sizi motive edebilecek küçücük birşeyle yapabilecelerinize inanamazsınız. bur da gelişim kitabı griş cümlesi gibi oldu ama idare edin. samimiyim ama. ben ki kendi çizdiği resimleri çok nadir beğenen birisiyimdir. bir tane kalem var. böyle çok değişik marker gii de değil grafik kalemi gibi de. o kalemi elime aldığımda adeta level atlıyorum. kendimi aşıyorum. ama marifeti kaleme yükledim. herhangi bir kalemle öyle çizemediğime inandım. gerçi bunun adı motivasyonmudur bilmem ama. kötü bir örnek oldu sanırım evet.

haydi bu kadar yeter. kalın sağlıcakla. bu da ne demekse.

15 Eylül 2010 Çarşamba

merhaba diyelim. dur bakalım ne kadar zaman olmuş buraya en son uğrayalı,hemen bakıyorum, 1 ay olmuş, çok olmamış.
buraya geldiğime göre aklımda birşeyler var ama bulamıyorum.neyse klasik yöntemimle devam edeyim o zaman, bu yöntemin adı;"aklına ne gelirse yaz koçum, çekinme."
koçum kelimesini de hayatımda ilk kullanışım sanırım. güzel oldu.tamam,lets begin.

harika rüyalar görüyorum. öyle böyle değil. hayatımın hiçbir döneminde bu kadar entrikalı,çılgın rüyalar görmedim.burada anlatılmaz tabi ama şöyle spoiler vereyim, nerde benim "viski kolam" diye barmen azarladığım bir sahne var ki of. viski kola hani,dünya üzerinde yok.

anneannemlerin 70ler üretimi ,ölüm makinesi bir asansöre sahip külüstür apartmanında bile otomatik lamba dönemine geçilmişse, gerçekten bir çağın bitişinin eşiğindeyiz demektir. hani bu çılgınlık ne zaman başladı, ne zaman bu kadar yaygınlaştı bilmiyorum ama, ben memnundum 30 saniyede sönen apartman lambalarından, zifiri karanlıkta o klik diye ses çıkaran düğmeyi bulmak adına duvarları taciz etmekten, ya da ışığı yaktığın anda,bir yarışın startını vermişçesine merdiven yarışı yapmaktan. şimdi ağız tadıyla apartmanda karanlıkta bile kalınmıyor lan. hayır yaşlanmadım,o telaş anını özledim sadece. fırt fırt fırt her boka hassasiyeti var bu yeni lambaların burnunu karıştırsan lamba yanıyor.FLAŞ! SPOTTED! hayır burnumu karıştırdığımdan değil, benim iğrenç huyum tırnak yemektir.

giyim adına yaptığım bütün yatırımlar kısa kollu tshirt üzerine olmasaydı, kışın çıplak gezip yataklara düşmek zorunda kalmazdım bence. bunun bilincindeyim ama olmuyor. yeni bir pantolona mı ihtiyacım var, yerine 3 tane tişört alıyorum. kazak mı almam lazım,gömlek mi, boşver iki tişört al unutursun. bütün çoraplarım eskimiş mi,BOŞVER TİŞÖRTLERİNİ GEÇİRİRSİN AYAĞINA. durumun ciddiyetini kış geldiğinde anlıyorum, üzerimde mikili tişörtümle dımdızlak hissettiğim zaman,ağustos böceği misali.

yaklaşık 3 dakikadır yanıp sönen siyah çubuğa bakıyorsam, bu yazının da devamı gelmeyecek demektir. bitti diyelim o zaman.

14 Ağustos 2010 Cumartesi

bak şimdi

şehirler arası otobüstesin.koridor tarafı koltuk, yerleşmişsin yerine,önündeki televizyonu açmış izlemektesin,sonra koridorun diğer yanındaki koltukta oturan o güzel kızı farkedersin,ardından gözleriniz bir araya gelir,derken kızın gözü,oturduğun koltuğun önündeki tv kanalında yayınlanan casper 'a kayar. Neden, neden cartoon network,neden casper diye kendi kendini yediğin o saniyelerde senin dikkatin de kızın izlediği programa kayar. programın "sihirli annem" isimli dizi olduğunu farketmen için fazla bakmana gerek yoktur zaten. kızla tekrardan göz göze gelirsin, bu sefer daha kısa süreli.sonra önündeki televizyona geri döner,casper ın sesini biraz açar, koltuğunu biraz geriye yaslarsın. yüzüne yerleşen gülümseme, allahın emri olmuştur artık.

9 Ağustos 2010 Pazartesi

twitterda 140 karakter sınırı içinde ter atmaktan,cep telefonunda mesaj atarken 2.mesaj sınırına gelmemek adına kısa kesmekten,facebook'ta @bodrum status ları okumaktan, doğru düzgün cümle kurmayı unuttum. YAZAMIYORUM AYŞEGÜL HANIM.

Ha inanılmaz bir yaz tatili geçiriyorum da kelimelere dökemiyorum değil olay. bir şey yaptığım yok. gündüz torrentten indirdiğim dizi bölümlerini izleyip gece dondurma yiyorum.fotoğraf çekiyorum,resim çiziyorum. arada bir istanbula gidip geliyorum. ha bir de dörtbeş günlüğüne tatile gittim o. ıstakoz olup geldim. ben size diyim gökçeada'da feci las vegas potansiyeli var. ya da komple disneyland yapacaksın. biz o olur bu yapılır derken onu da alırlar elimizden yakında o olur. bugün çok asiyim.

Asi dedim de, farkettim ki internet alemine, olan biten, popülerlik kazanmış her şeye isyan etmek için gönderilmişim.evet bu cümlenin devamını getiremedim bu kadar.paragraf başı yapayım en iyisi konu kapansın.ya da dur kapanmasın, gerçekten sinir bozucu çünkü, hani herkes bilmiş bilmiş, aşk işte budur, eski sevgili boktur,boyu değil işlevi,götü değil memesi. hayır dünya meseleleri hakkındaki düşüncelerini yazsınlar da demiyorum ama, sabah akşam her yerde herkesin ikili ilişkiler hakkında atıp tuttuklarını okumaktansa, ebayde alışveriş yapıp maddi manevi zarara giriyorum. bana da yazık.

neyse dondurma yiyeyim ben.

28 Temmuz 2010 Çarşamba


bugün 2820600 puanla bomberman oyununu bitirdim. ilk defa olmuyor bu. küçükken de bir ara yapmıştım, milyarlarca gün uğraş sonunda, ama bugün 1 saatte 50 bölümü bitirdim.evet böyle gereksiz bir konudan dolayı burdayım. anı olarak da en sevmediğim en şeytan iki karakterin ölüm anlarını print screen aldım.


neyse konu şu, hani o yaşlarda ingilizce bilmemenin de verdiği angutlukla oyun bitirme denilen işlemi gerçekleştirdiğinde, karşına ne olduğunu anlamadığın bir yazı çıkması kadar tatminsizlik verici bir durum yoktu. insan istiyor ki bir film başlasın, ne bileyim, allah senden razı olsun al sana uçak biletleri kalemize bekliyoruz desinler. ya da doğacak çocuğumuza senin ismini vereceğiz desinler.düğünlerine nikah şahidi yapsınlar. kısaca anlayalım lan ne oluyor biz kıçımızı yırtıp bu oyunu bitirdikte. işte bugün bombermanin sonudna çıkan yazıyı anlamamla dünyanı nen büyük aydınlanmasını yaşadım.bkz:

meğerse bizim olayımız bu bombermani insan yapmak mış, üstelik bu insan kim,lode runner oyunundaki insan. yani lode runner oyunu bir nevi bombermanin devamı oluyor. lakin bu durumda şunu farkettim.

lode runner oyununda bu insancığımızın öldürmeye çalıştığı yaratıklar, bizzat kendisinin bomberman deki evolve öncesi hali. üstelik neden kovalıyor bu ayımsı şeyler adamı. acaba türümüze ihanet ettin diye maykıl ceksın gibi falan mı görüyorlar. ayrıca bizim ayı insan olunca neden hemen altının cevherin paranın peşine düştü.
şimdi bu sırrı öğrenmek için bu oyunu da bitirmem mi gerek. bu nasıl bir aşkı memnu kafası.
vazgeçtim ben, dil bilmediğimiz zamanlarda iş daha kolaymış.

23 Temmuz 2010 Cuma

biraz update zamanı

her gece uyanıp kafaya diktiğim buzdolabındaki soğuk su şişesinin aynı işlemi tüm ailem tarafından gördüğü bir kaç dakika önce kanıtlandı. az önce uyanan babamın önce ayak seslerini, sonra buzdolabı kapağının açılma sesini, ve daha sonra o en acı veren ses,su içme sesini duyduktan sonra arkama döndüm ve o acı gerçekle yüzleştim. aynı şişeden tüm ailem kafaya su dikiyor. bu şey gibi bir his. 1 yıldır kullandığın diş fırçasını tüm ailenin kullandığını öğrenmek gibi. hayat acımasız.




bazı kelimeler var, onlar hangi dilde olursa olsun o türkçeleştirilmiş haliyle okunmak zorunda. öyle.. bunu yüksek eğitimini ingilizce üzerine alan biri olarak söylüyorum hem de. "converse" bir marka olarak hiçbir yerde "kınvöğs" diye okunamaz mesela. olmuyor. türkçe bir cümlenin içinde olmuyor işte.veya şu film; avatar. şöyle bir cümlenin içinde ; "- abi eağvıtağr ın tek olayı 3d." ı ıh, yine olmadı. avatar o işte.




hep soruyorlar, bu çizdiğin resimleri kafanda planlayıp mı çiziyorsun, yoksa başladıkça mı gelişiyor spontane diye, bugün bunun kanıtı olan iki resim çizdim. şimdi onları yükleyeceğim buraya,ilk 1.sini çizdim, aradan iki üç saat sonra 2.ye dönüştü çizim.






bir de gitmeden bir şey daha eklemek istiyorum ama ne olduğunu bilmiyorum. şöyle diyim; ciddi anlamda zaman dediğimiz kavram her derde deva. bunu zaten ilk defa benden duymuyorsunuz ama,öyle. aklınızın bir yerinde bulunsun.

4 Temmuz 2010 Pazar

kek yiyince aklıma geldi

Bence hepimiz o günü yaşadık.
şanslıysak bir yabancının evinde, ya da bir yakınımızda, şanssızsak kendi evimizde.

Okuldayken, öğlenci olmadığımıza küfür ettiğimiz tek gün, okulun çıkış zilinin çalmamasını istediğimiz tek gün,ayaklarımızın eve gitmek istemediği o gün.
evet o "gün" den bahsediyorum.
hani altın günü olanı vardır,dolar günü, havlu gününü de duydum ama yaşamadım hiç.

Yalnız değilsiniz, hepimiz gerçek nefretin ne demek olduğunu o zaman öğrendik. öz annenizin, odanıza küçük salak birçocukla, hatta belki bir kaç tanesiyle gelip, "hadi abinle/ablanla oyna" ya da " çok sıkılmış abisi/ablası, azıcık bilgisayar oynat" ve benzeri cümleleri kurduğu gibi odanızın kapısını kapatıp gittiği an nefret ettiniz siz de, biliyorum. tanımadığın çocuk alık alık yüzüne bakarken, çocuktan da nefret ettin. daha da kötüsü, eve biraz geç gelmişsen, odana girdiğinde karşılaştığın bir grup çocuğu gördüğünde, tüm insanlıktan, hayattan nefret ettin. hepimiz ettik.

Kendi evinde hapis hayatı yaşadığın o saatlerde, tuvalete bile kaçamak gittin. Çünkü biraz da büyümüşsen-büyümekten kastım öyle çok büyümek adam olmak değil, ergenliğe girmek yeterli- biliyordun ki annen seni odanın dışında yakaladığı ilk fırsatta, "gün camiasına" defile yaptırmak üzereo korkunç salona atacak, işte bu da benim ortanca/ küçük/büyük oğlum/kızım diyecek ve karşınızdaki kadınların gözü, içinde bir tatlı,bir tuzlu bir de salata olan tabaklarından size yönelecek, yorumlar başlayacak, kaçamayacaksın. Bu yorumlar,sorular içerisinde benim en garip bulduğum; "bilmemne öğretmeni tanıyor musun, benim oğlumun öğretmenidir o?" sorusudur. Hiçbir zaman bu soruya tatmin olabilecekleri bir cevap veremedim. Oysa istediğim "tabi ki tanıyorum, 7 yaşına kadar beni o büyüttü." ya da "8-10 yaşları arasında tutkulu bir ilişki yaşadık kendisiyle" gibi cevap vermekti.

Bu bahsettiğim cehennemden bir "gün" havasında geçen günün akşamı da bir o kadar iyidir ama. Akşamüstüne doğru pılını pırtını toplayıp giden misafirlerden sonra, ilk önce bir kere kendinize verdiğiniz oda hapsinin sona ermesinin verdiği mutlulukla evde akrobatik hareketlerle gezersiniz. Mutfakta annenizin normal zamanlarda mikseniz yapmayacağı yüz çeşit gün yemeği artık sizindir. başka hangi "gün" ün sabahına amerikan salatası ile başlar ki insan mesela?

İşte böyle, ne zaman kek, kısır yesem o korkunç günler aklıma geliyor. sizin de geliyorsa, kendinizi kötü hissetmeyin, acınızı paylaşıyoruz. bizim gibi insanlar için bir fon bile oluşturduk.
2244 e atacağınız boş bir mesajla "kadın günlerinde çocuklarını günübirlik yurtdışına yollama" vakfımıza siz de katkıda bulunabilirsiniz. benim yollayacağım mesajla ne olur demeyin. çok şey olur. biz yaşadık, çocuklarımız yaşamasın.

AKLJSDHLHSDLSA
bitti.

23 Haziran 2010 Çarşamba

brain storming

  • insanlar artık hotel california isimli kıytırık şarkının kendisinden daha kıytırık olan hikayesine inanıp duygulanmasın, kendinden geçmesin. yok otele gitmiş de otel yanmış, sırlar dünyası bölümü.
  • nothing else matters da dinlemeyin artık.
  • ya gerçekten, ingilizce veya herhangi bir yabancı dili iyice bilmiyorsan, rahat bırak onu. çok komik gözüküyor,cümlenin am is are ını yazmayı unutan görüyorum lan, bu nasıl bir heyecan. google translator falan da hepsi yalan işler,ben de denedim fransızca yazılar yazmayı oraya buraya da, rezil oluyor insan sonra.
  • duygusal yazı yazma kompleksim var, çok ciddi. okuyunca çok ezik geliyor. samimiyetsiz. bir önceki yazı da öyle mesela, çok da duygusallığı falan yok gerçi ama, başlangıç cümlesi yeter bir kez, okudum güldüm.
  • planların insanı değilim, ne zaman bir şey için plan yapsam, bir terslik çıkıyor, hiçbir terslik çıkmadıysa da ben kendim bir terslik çıkarıp o plana uymuyorum. çok anarşistim aslında. kjdhjkfhs.

10 Haziran 2010 Perşembe

otobüs

Normal şartlarda çocukları çok severim. gerçekten. bence yetişkinlerle anlaşmaktan çok daha kolay çocuklarla anlaşmak. iyi de geçinirim geneliyle. hatta baba olmak en büyük hayallerimdendir.

gel gör ki bir de "otobüs vakası" olarak adlandırdığım vakalar var. hani şu yaşıma kadar bir tane uzun mesafe yolculuğu hatırlamıyorum ki çocuk viyaklaması olmadan,sakin, huzurlu geçsin, olay sadece ağlamaları da değil, arka koltuğu tekmelemek olsun, ıklamaları gıklamaları olsun, muavin,hostesle aralarındaki garip disiplinleri olsun, hiç hoşlanmıyorum. küçük bir bebek ile ilgili en cani, acımasız hayallerim otobüslerde oluşuyor haliyle.

ikinci bir konu da istisnasız her zaman biletlere ya ismimin ya soyismimin yanlış yazılması, melih çebe den tutun, merih çevik e kadar. bugün de melik çebi yazdılar.

son aklıma gelen de, otobüslerde dağıtılan şu salak keklere neden bu kadar heyecanlanıyoruz acaba. hani tanesi 10 kuruşa bile gelmiyordur. istesek otobüsten inince belki kolisiyle alabiliriz ama. o bilete verdiğin 30-40 liranın hiç değilse 10 kuruşunu da olsa geri aldığını sanma hissi güzel.

9 Haziran 2010 Çarşamba

size de aynısı oluyor mu bilmiyorum.
ne zaman oturduğum bir mekanda final countdown çalmaya başlasa, böyle bir yerden rüzgar yüzüme doğru esmeye başlasın istiyorum, sigaramı küllüğe artist bir şekilde bırakıp, ya da bilmiyorum ayaklarımın altında ezmek de olabilir, dünyanın en kuğl adamıymış gibi yürüyerek mekanı terketmek istiyorum. çıkış kapısını açtıktan sonra da şöyle etrafıma bakarak bir gülümseyim,dişlerimi göstermiyim ama çünkü baya çirkinler, sonra da bir yere gideyim işte.
anlatınca scrubs tan komik bir sahne gibi gözükmüş.
hiçbir zaman böyle şeyler olmuyor tabi, onun yerine bu anlattıklarımı düşünüp gülmeye başlıyorum ve yanımdakilere anlatıyorum, onlar da gülüyorlar.

çok sıkıldım. hayatımın bu kadar yoğun, daha doğrusu dikkatimi dağıtacak aktivitelerle geçtiği bu döneminde böyleysem, önümüzdeki yazdan korkmuyor değilim. mesela aslında bu gece beni eğlendiren tek şey, arkadaşımın banyosundaki garnier isimli yüz maskesi-peeling tarzı şeyi işerken görüp,yüzüme sürdükten sonra, aynadaki beyaz yüzüme bakıp, koyu bir alman aksanıyla gağhniye dememdi.

saat 02.09,
kafamdaki anılar bir türlü siktirolup gidemediler.
mutfaktaki kuru fasülyeyi düşünmeye çalışıyorum ama olmuyor.
iyi geceler.

6 Haziran 2010 Pazar

saat kaçmış bakalım, 22:24
bugün yine çok fazla yağmur yağdı,o da olmasa birşeyler yazmak aklıma bile gelmeyecek.
aklımda hiçbirşey yokmuş gibi.

yıllardır söylediğim ve hep yalancı çıktığım bir cümle var.
"ben bunu yapmayacağım."
ne zaman kendi kendime asla falanca bir şeyi yapmam diye telkinde bulunsam, kendimi o spesifik şeyin tam da ortasında buluveriyorum. tabi bu durumdan "şey" diye bahsederek fazla açık olamıyorum sanırım. bir örnek bulayım. basit bir şey olsun ama.heh, lost mesela. lost etrafımdaki herkesin ağzında sakıza dönüştükçe, git gide izleme hevesini kaybetmiş oluğum bir dizidir. hiç de ilgimi çekmemiştir şimdiye kadar. ama 3 gündür kendimi, arkadaşımla, sanırım 6 sezonluk olan bu dizinin son sezon bölümlerini izlerken buldum. oturmuş olayları kendi çapımda anlamlandırmaya çalışıyorum, tuvalete giderken diziyi duraklatıyorum.

bu basit bir örnek tabi. bundan daha ciddi şeyler de var.
gelecek için de geçerli bu mesela. kendimi uzun süredir uzak tutmaya çalıştığım bir gelecek vardı. ve asla kelimesini kullandıkça mıknatıs gibi o geleceği üzerime çektiğimi farkettim.
ilginç işler.
neyse.

üniversitenin ikinci yılı da bitti. 3. sınıf öğrencisi oldum.
hala ankaradayım. uzun bir süredir devam ettirdiğim "herşeyi yavaştan alma" düşüncesi baya iyi çalışıyor. hiçbiryerde bekleyenim yok diye ailemin yanına jet hızıyla dönmedim mesela. takılıyorum öyle, ne zaman döneceğime kafam karar verecek. bir bekleyen varsa da devam etsin.

uyurken sıfır ses çıkaran insanlar çok ürkütücü. şimdi cam kenarına geçip bir sigara içeceğim. çünkü burası da fazla sessiz olmaya başladı.

22 Mayıs 2010 Cumartesi

merhaba,
yazar dahi olmadan writer's block sendromunu yaşamak ne kadar ilginç. neyse biryerden başlamak gerek. yağmurdan konuya giriş yapabiliriz mesela. hava baya yağmurlu bugün. oda fazla ışık almıyor, böyle bir durumdan neden zevk alınır ki diye düşündüm. güvende hissetme duygusu heralde.

evet 5 dakikadır ekrana bakıyorum. olmuyor,fazla zorlamayalım.
geç kaldım zaten.

10 Mayıs 2010 Pazartesi


Kendime ait bir eve çıkacağım zamana ait o kadar çok planım var ki.

her gün yeni bir şey ekleniyor üzerine.

Mesela bu aralar şey düşünüyorum. Pinball machine' ler oluyor ya, paraya kıyıp onlardan alsam hiç fena olmaz, hem de böyle frankenstein, haunted house edition olsa mesela.

7 Mayıs 2010 Cuma

Şimdi bir şey farkettim.

Akşam saatlerinde odada bir arkadaşımla linguistics çalışıyorum. Zaten bu bile başlı başına çok ilginç bir durum. Akşam saatlerinde vaktimi odamda bir ders kitabı ile geçiriyorum. Konu bu değil tabi. Kendimi kitaptan biraz olsun uzak tutmak adına ketıla su koydum çay içeceğim dedim. Ketılda su işte ısınıyor. Kaynamasına yakın içinden bir ses geliyor ya, işte o anda tuşu kapadım. Her zaman yaptığım şey. Halbuki biraz daha beklesem, kendi kendini kapayacak cihaz. Bekleyemiyorum ama. Normalde dikkatimi çeken bir şey de değil bu ama arkadaşım niye kapadın ki şimdi onu deyince bir anda hayatın anlamını sorgulama kafasına girmeden edemedim.
Böyle bir çok sahne canlandı gözümde. Flashback cinsinden. Mesela sifonu da işedikten sonra değil, işeme esnasında çekiyorum. Bekleyemiyorum. Rutinden kurtarma çabası.Ne var başka, asansörü yaklaşık 30 saniye beklemek yerine 5 kat merdiven çıkmayı tercih ediyorum.Youtube da video izlerken bile o kırmızı şeyin dolmasını beklemiyorum. Bilinçaltımda ne var bilinmez.

Yarın ki vizede de sınav süresinin bitmesini beklemeden çıkarım bu gidişle.

Bir de şunu farkettim;para kazanmak adına çeviri işine yüklenmeye başladığımdan bu yana, kullandığım türkçe, eskiden star'da yayınlanan korku filmlerinin ucuz dublajlarına benzemeye başladı.kötü.

27 Nisan 2010 Salı







Dün tatilden döndüm.
Sınırsız içki olgusunun etkileri hala üzerimde.
harikaydı. baya harika.
fakat sanırım tatil modunu biraz erken başlattık, daha 1 ay gidilecek bir okul,girilecek finaller,yapılacak sunumlar var.
Ama kafamda sadece açık büfe var şuan o ayrı tabi.


Bir de farkettim ki animasyon filmleri duygusal anlamda beni hiçbir dram filminin etkileyemediği kadar etkiliyor. çok ilginç. 1 değil 2 değil.



20 Nisan 2010 Salı


19 Nisan 2010 Pazartesi

Birkaç gecedir sokakta yürürken etraftaki insanları dinliyorum.
Vardığım kanı şu; Kadınların hayatlarını yönlendiren sorunlara baktığımızda hepsinin geneli 3 soru üzerinde toplanıyor:

-Ne yiyelim?
-Ne giyelim?
-Kiminle sevişelim?

Yanımdan hızla geçip giden insanların ağızlarından kapabildiğim cümlelerin geneli bu kapılara açılıyor.

Yine aynı gözlemlerimin ışığında (duyan tez yazıyorum sanacak ) söyleyebilirim ki bu sorular kadınlar arasında,sıraladığım hiyerarşi doğrultusunda soruluyor.
Nasıl mesela? Şöyle anlatıyım, Birincil derdi "ne yiyelim" olan kadınlar, şöyle bir bakıldığında, üstüyle başıyla o kadar da ilgilenmeyen,karşı cinsle ilişkiden çok,arkadaşlık ilişkilerinde ön planda olan bir kız oluyor, benim gördüğüm örneklerde kilo fazlalığı olan,kapalı kızlar genelde bu soru grubuna girmekteydi.

"Ne giyelim" derdiyle yanıp tutuşan kızlarımız daha çok mağazalarda gözü başka hiçbir insanı görmeyen türde, yaşları 17-30 arası değişen birbirinden bakımlı kadınlardan oluşuyordu. Ben bu kızlara, mango kasasının sırasında arkadaşımın aldığı bir giysinin parasını ödemek için beklerken rastladım.Siz nerede rastlarsınız bilmem. Kendileri ödeme sırasında beklerken bile ellerine en yakın hizada bulunan bir kaç parça giysiyi tutup çekiştirme derdindelerdi.

"kiminle sevişelim" diye adlandırdığım üçüncü tip kadınlarımıza ise kafe,bistro,bar tarzı mekanlarda rastlıyoruz. Hiyerarşide en üst basamağa ulaşmayı başarmış olan bu kadınların karınları toktur,önlerinde yüksek ihtimal bir çeşit bitki çayı ya da light bira vardır. Muhtemelen ikinci basamağı henüz atlamışlardır ki oturdukları masanın bir sandalyesinde mutlaka çantaları ve bir takım poşetler oturmaktadır. Bu grupta dikkat çeken en büyük özellik, etraflarındaki erkek cinsi varlıkları incelemekten birbirleriyle bile sohbet edememeleridir.

Anlatmak istediklerimin sonuna geldiğim bu cümlede belirtmek isterim ki,bu yazı kadınları yermek amacıyla yazılmamıştır.Aksine sadece yaptığım bir gözlemdir.Zira aynı gözlemi yoldan geçen erkekler üzerinde yaptığımızda,basamak sayısının 1 e düşmesi de olası bir durumdur. O biri de siz bulun artık.

15 Nisan 2010 Perşembe

Bazı zamanlar kendimi,kulağımı kol saatime dayamış,içindeki tiktak sesini dinlerken yakalıyorum.Bu yazıyı yazmaya başlamadan önceki son onbeş dakika da bu "bazı zamanlar"a dahil.

Tek kişi yaşamaya başladığım şu son 3-4 aydan bu yana bir hayli tek kişilik düşünmeye başladım.Bulaşık yıkamamak için son 3 gündür odamda içmek istediğim çayı içmiyorum.yeni bilgisayara itunes yüklemeye üşendiğim için artık müzik dinlemiyorum.
Ve tam şu anda farkettim ki, aylardır üstüme örttüğüm ekoseli kahverengi battaniyenin üzerinde bile "tek kişilik" yazıyor.

Bugün internetten sipariş ettiğim ayakkabılar elime ulaştı.büyük oldular biraz.
bazen neden bu kadar garson boyum diye düşünmüyor değilim.

12 Nisan 2010 Pazartesi

eskişehir güzel yer.
artık tadını unutmaya başladığım,adam gibi noodle'dan yedim.zam gelmiş ama.
sonra donas da yedim.
yeni yerler açılmış,havelka ve del mundo adında iki tanesine gittim.çok güzel yerler.konsept kafe olgusu harika zaten.ankarada pek yok.

glow denen clubdaki şarkı söyleyen kız tatlıydı baya.
güzel bir haftasonuydu.
Otogardayım.
Buradaki adıyla aşti.
eskişehire gideceğim.
etrafta bakıyorum,her yerde bir sürü anı var.
hem üzgünüm,hem de komik şeyler geliyor aklıma.
ha bir yandan da sigara içiyorum.
sonra yanıma benim yaşlarımda bir çocuk geliyor,o da bir otobüs bekliyor heralde.
bir an için göz göze geliyoruz,derken yanındaki iki asker kıyafetli adamı farkediyorum,beraberinde de çocuğun bileğindeki kelepçeleri.yanındaki askerlerden birinin bileğine bağlı.
bir an için kendimi yerine koyuyorum çocuğun,
sonra ne kadar saçma şeylere üzüldüğümü farkediyorum,sonra sigaram bitiyor,sonra da otobüs geliyor.

7 Nisan 2010 Çarşamba

merhaba blog, bir süre için sadece sen ve ben varız,seyircilere bir sezon finali yaptım.
belki bu şekilde samimiyetimi geri kazanabilirim.

çok sıkıldığım bir konu var.aslında bir kaç tane. ama bir şekilde söylemeye başlamak gerek.
mesela beni tanımayan,ya da iyi tanımayan insanların hakkımda dünyanın en olumsuz fikirlerine sahip olması canımı sıkmaya başladı. baya sevilmeyen bir insan olduğuma kabullendirdim kendimi.
çok soğuk,itici görüyormuş herkes. onlara puanım 9.

bu akşam 5 ile 9.30 arasında uyuyordum ben.odamın kapısını kilitlememişim. hayal olarak hatırlasam da giirip çıkan bir kaç tane insan aklıma geldi. bir de yağmur yağıyordu ve şimşekler dolayısıyla oda periyodik olarak beyaz bir ışıkla kaplanıyordu. uzun süredir bu kadar rahat uyumamıştım.

hayatımda ilk defa kıskançlık olgusunu tam anlamıyla yaşıyorum sanırım.
kimi,neyi,ne için olduğunu burada yazmama gerek yok.

istanbulu özledim bir de.

30 Mart 2010 Salı

12-13 yaşlarında bir kızın fiziksel değişimi dolayısıyla sahip olduğu görüntüye her zaman çok gülmüşümdür. hala baby fat kapsamında sayabileceğimiz göbeğinin üstünde beliren göğüs diye adlandırmaya dilimin gitmediği çıkıntılarla birlikte,baya eğlenceli bir görüntüye sahiptir bu kızlar.
bir de üstüne bu kızımız nintendo wii de boks gibi ekstrim hareketler gerektiren bir oyunu oynuyorsa ,yanınıza yiyecek birşeyler alın, oturup sitcom kafasında izleyin.aklıama geldi yazdım.

geçen doğum günümdü.28 mart.lady gaganın da doğum günüymüş ilgileri üstüne topladı.ahahah.
20 yaşında olmuşum. bazılarının iddaalarına göre "21 den gün almışım". ben inanmıyorum tabi.
doğum günüm değişik geçti.garip. güzel ama.hiçbir zaman sweet sixteen partilerinin insanı olamamışımdır.kalabalığın dikkatini üzerinde toplamak baya rahatsızlık verici.

analog kameraylaa fotoğraf çekmek çok garip bir hismiş.her çektiğim fotoğrafın ardından bakalım nasıl çıkmış diye kameranın arkasına yöneliyorum sanki bir ekran varmışçasına.
heyecan verici.

bu yaz nasıl geçecek çok merak ediyorum.kaç senedir eğitim hayatının içindeyim,bu geçireceğim kaçıncı yaz tatili bilmiyorum ama hayatımda ilk defa yaz gelmesin istiyorum.

bu kadar şimdilik.

27 Mart 2010 Cumartesi

people come,people leave

elimi klavyenin tuşlarına getirdiğim tam şu dakikada yan odadaki çocuk camını açıp dışarıya "uyumayın ulayn" diye bağırdı.hatta şu saniyelerde koridorda uyumayın diye bağırmaya devam ediyor.

her zaman arkadaşların sevgililerden daha kalıcı olduklarını düşünürdüm.ilişkiler başlar ve biter,arkadaşlık kalır gibi.
ama şimdi düşünüyorum da,5 sene önce,hatta bırak beş seneyi,geçen sene sabah akşam görüştüğüm insanlar şimdi sadece facebook account umda süs duruyorlar.çok ilginç.

bunu söylemek istemiştim.

19 Mart 2010 Cuma

shutter island ı izledim bugün.kurgusuyla ayrıntılarıyla bu kadar güzel bir filmi izledikten sonra yanımdaki birkaç arkadaşımın " bu ne hamunagoyum ya recepivediğe gitseydik kim soktu bizi bu filme" gibi yorumlarını duyunca,arkadaşlıklarımı sorgulamaya karar verdim.tamam şaka.ama sinirlendim.

bir de bir kitap aldım.sookie stackhouse novels serisinin bir kitabı all together dead diye.sonra kitabın serinin 7. kitabı olduğunu öğrendim.yine kapak tasarımını beğenip kitap almamın bir sonucu bu da.okunur mu bilmem.

buraya günümün nasıl geçtiğini,neler yaptığımı yazmayınca,veya facebook a fotoğraf yüklemeyince hayatımın çok sıkıcı geçtiğini düşünenler varmış.çok garip değil mi.
neyse bu kadar.

15 Mart 2010 Pazartesi

Ne zaman bir şeyden vazgeçme kararı alsam ona daha çok bağlanıyorum.
bu bir huy olabilir,bir kişi olabilir farketmez.
şey hissi gibi aynı,hani" bu son paket,daha da sigara içmiyorum "yalanı vardır ya,belki iki üç gün-hafta içmezsin ama sonrasında eskisinden de çok sigara içmeye başlarsın.
Veya "bu pazartesi az yemeye başlıyorum,akşamları da koşu yaparım" diye kendi kendine konuştuğun pazar gecesini fıstık ezmesiyle geçirirsin.öyle bir şey.
O yüzden herşeyi oluruna bırakmak gerek diye düşünüyorum.Radikal kararlar alma fikri her zaman da bir işe yaramıyor.
Yine o yüzden olabilir ki birşeylerden vazgeçmek yerine o şeyler benden vazgeçsin istiyorum.daha cazip değil mi.Mesela sigara" seni bırakıyorum melih" desin.


Ha bunu dedim diye sanmayın ki yine tırnaklarımı yemeye başladım.Yok öyle bir şey.

9 Mart 2010 Salı

İnsanın kendi kişisel özelliklerini sayması kadar samimiyetsiz bir şey yok.
"Çok girişken,neşeli,sır tutmasını bilen bir yapım var benim.yane ben demiyorom arkadaşlar öyle diyor genelde."
ola ki geçmişte bende bu hataya düşüp böyle tanımlar yapmışsam kendi hakkımda,inanmayın.

Bu ara çok fazla ton balığı yiyorum ve aklımda çok şey var.

4 Mart 2010 Perşembe

geçen bir gece 7.caddede birkaç arkadaşımla yürüyoruz.(daha önce de söylemiştim,isim vermeyince gizemli oluyor)
işte yolun kenarında bir kadın ve tuttuğu tasmanın ucunda bir tane köpek var.Hangi cins bilmiyorum ama çok tatlı bir şey.haliyle herkes yanından geçerken "aneğğ,yerummm,lenn" gibi tepkiler veriyor.Biz de modaya uymuş bir yandan köpeğe sözlükte herhangi bir anlam ifade etmeyen garip kelimelerle seslenip,diğer yandan çaktırmadan sahibi kadın ne tepki veriyor rahatsız oldumu diye göz ucuyla bakarken bir anda ayağa kalkıp arkadaşımın üstüne atladı köpüş.(evet köpüş de kullandığım kelimelerden biriydi.)baya da büyük bir şey.ama öyle saldırma atlaması değil.bildiğin kendini sevdirme çabası.
işte bu kadar.
çok güzel bir andı.
hemen yine kafamda kedi köpek karşılaştırması yaptım.hangi kedinin kendini sevdirmek için üstüne atladığı görülmüş.
bitti.

16 Şubat 2010 Salı

Ben geçen gün fırında mantarlı ekmek ve kaşarlı mantar yaptım.
Migrostan her mantar aldığımda,veya spagetti yaptıktan sonra şuna mantar sosu da hazırlayayım dediğimde aklıma selinin gelecek olması çok trajikomik değil mi.
Normalde insanlar eski kız arkadaşlarını bir parfüm kokusunda,bir kitap isminde,şarkı sözlerinde falan hatırlar herhalde.sağlıklı olanı budur sanırım.
ilginç bizimkisi işte.
müpamantar.ahah.



siz de oturmuş bunu okuyup,bıkmadı bu çocuk zavallı kafasında tavırlardan diyorsunuzdur.
terbiyesizler.

az kaldı şurayı da gizliye almama zaten.

12 Şubat 2010 Cuma

çarpışan arabalar ile sosyalleşmek vardı eskiden.
çocukken insanlarla iletişim kurmak ne kadar kolaymış onu düşünüyordum.
düşünsene,50 metrekarelik bir alanda,küçük arabaların içindesin ve arabayı hiç düşünmeden başka birinin arabasına hızla çarptırıyorsun,ne bileyim köşeye sıkıştırıyorsun,hatta bazen başkalarıyla anlaşıp bir kişiye dalıyorsun falan,sonra da beynini yerinden oynattığın o kişiye bakıp gülüyorsun.nasıl bir eğlence anlayışıymış.hiçbirini de tanımıyorsun,nasıl bir kendine güven,hepinizin ağzına sıçarımcılık.küçükken işler farklıymış.

biritın memoriğz



Şu küçük,genellikle beyaz ve tonları renklerde olan,bazı cinslerine kaniş de denen köpek cinsi var ya,büyük bir nefret besliyorum hepsine karşı.Bence hayvanlarda,ya da daha spesifik olarak köpeklerde psikolojik rahatsızlık denen şey gerçekse,bunun en büyük kanıtı işte o köpekler.Bu köpek türü genellikle apartmanınızda,her gün otobüse bindiğiniz durağın hemen arkasındaki dairenin penceresinde-balkonunda,yürüyüş yaptığınız yolun üzerindeki bir dükkanın önünde veya çok sık ziyaret ettiğiniz bir yakınınızın evinde olabilir.Demek istediğim,kurtuluş yoktur,sizi gördükleri her zaman gırtlakları parçalanana kadar havlarlar,üzerinize koşup korkutma girişiminde bulunurlar,daha da ileriye gidip ayak bileğinizi ısırmaya kalkabilirler.
Ben bu kadar agresif ve sinir hastası bir tavrı başka hiç bir evcil hayvanda görmedim,çok sevimsizler.Bence bu küçük köpeklerin bu denli fevri davranmasının nedeni,yine küçüklüklerinden geliyor,fiziksel gelişimlerinin zayıflığının verdiği ezikliği insan ırkından çıkarıyorlar,sahipleri onlara bakıp besleyen oldukları için de,streslerini bir yabancı üzerinde atıyorlar.Bir yerde bu tür köpek cinslerinin küçük kalabilmesi için hormon ilaçlarına maruz bırakıldığını okumuştum,bir nevi domates gibi düşünün,durum tam tersi sadece.O ilaçların üzerlerindeki etkisi de olabilir bilmiyorum.

fazla uzatmadan konuyu şöyle keseyim,boyumdan büyük bir köpekle bırak beraber yaşamayı,aynı yatakta bile uyurum amabu bahsettiğim küçük beyaz şeyleri bir tekmede aya yollayasım var.

4 Şubat 2010 Perşembe

yoğun duygular hissettiğimde ilham patlaması yaşıyorum,saatlerdir sayfalarca resim çizdim ve durduramıyorum,tarif edilemez bir şey,beyninden ellerine doğru birşeyler akıyor gibi.anlatamadım sanırım,neyse boşverin zaten.

digitürk 437 jazz classics'te just my imagination diye bir şarkı çalmakta.ekran resmini de şömine ateşi yapmışlar,düşününce komik aslında,ama gülesim yok.
dün geceden beri boğazlarımda iğrenç bir his var,bu yaşta şurup kullanmaya başladım bu his yüzünden.

tırnaklarımı rahat bırakma operasyonundan beklediğimden çok daha iyi sonuçlar aldım.gitarcı ergen çocuk tırnağı uzunluğuna ulaştılar neredeyse,tırnak makasıyla tanışmalarına az kaldı.

love walked in diye bir şarkı başladı şimdide.kar durdu.bu sene kar yağmasını hiç istemiyorum.
bu kadar.

29 Ocak 2010 Cuma

tatili

  • tırnaklarımı yemeyerek
  • dişlerimi düzenli fırçalayarak
  • hormon hapı kullanan genç bir kızın sahip olduğu ölçüdeki sakallarımı traş ederek
  • film izleyerek
  • ev yemeği yiyerek
  • bazı şeyleri özleyip bazı şeyleri özlemeyerek
  • denize bakarak
  • kardan tiksinerek
geçiriyorum sanırım.

ha bir de insomnia minimum dereceye indi

22 Ocak 2010 Cuma

Camdaki manzara mükemmel.Denizin üstüne kar yağıyor ya,şeyi düşündüm;
yeterince kar yağsa,buzla su karışımından deniz smoothie kıvamına gelir mi acaba?
ahahah.

bir üst katta yaşlı bir kadın var.sabah akşam kocasına bağırıyor.kuş uçsa kocam yaptı diye ağlıyor,annemin tıkırtısını duysa mutfakta komşu huuu diye bağırıyor.komik kadın.

Sigara içmem gerek.hani ciddi gerek,o yüzden dışarlarda bir kafe bulmalıyım,şöyle ufosu olan.
ufo.
sdfwlfds

edit 13şubat 2010:okudum da şidmi şu yazdığımı,smoothie konulu saçma düşüncemi belirttiğim soru şeye benzemiş,"babam nasıl bu kadar güzel pasta yapıyor?annem orospu mu acaba?" gibi bir tv reklamı vardı ona.

21 Ocak 2010 Perşembe

2010 yılını hiç sevmedim ben.
2010 yılı 1 senelik ilişkimi bitirdi.
2010 yılı yüzünden 20li yaşlara adım attım.bence 20 çirkin bir sayı.
üstelik 2010 yazması çok zor.çizdiğim bir resme tarih falan atmaya kalktığımda 20010 yazıyorum.

otobüs şirketleri çıldırmış,bugün,içinde 9 saat kaldığım otobüsün ön koltuğundaki televizyonda yaklaşık 50 yabancı,10-15 tane yerli film vardı.Müzik,oyun,tv kanalları, hatta resim seçeneği de olan bu süpersonik dokunmatik ekran cihazın bir de usb girişi vardı.Hani "yettiremediysek kendin takıl" mesajı vermişler.
Jetgiller kafası yaşadığım bu 9 saat boyunca ön koltukta oturan yaşlı amca bu cihazı kullanmayı öğrenemedi.periyodik aralıklarla görevli çocuğu çağırıp "bana sanat musikisi aç" dedi.

Ankaradaki odamda bir buzdolabım var benim.Böyle taş çatlasa bacak hizana kadar gelenlerden var ya,işte onlardan,ama şirin bir şey,magnetler falan yapıştırdım üzerine.neyse.İşte o buzdolabı genelde bomboş olur.içine içecekten başka hiçbirşey koymam.
Bu gece annemlerin evde-benim evim diyemiyorum çok garip,ilk defa gördüm evi lan- içecek bir şeyler bulmak için buzdolabını açtım.çok garip bir andı.önce bir ışık süzüldü üzerime doğru.sanki başka bir dünyanın kapılarını araladım.İçindeki malzemelerle istediğim yemeği yapabilirim heralde.uzun süredir görmemişim böyle bir manzara,yarım saatte bir buzdolabını açıp inceliyorum.Ane,konserve mısırda varmış,oha mantar lan,yok artık barbekü sosu mu o,gibi tepkiler verip duruyorum.Komik hallerdeyim.

Babam uyuduktan sonra salonda bıraktığı sigaradan çalmayı özlemişim.

Impossible triangle diye bir şekil var.kendisi çok güzel bir şekil.abartmıyorum yaklaşık 3 aydır belki üzerinde birşeyler yapmaya çalışıyorum.renklerini düzenliyorum çiziyorum karalıyorum.güzel birşey çıkarsa dövme yaptıracağım diye karar almıştım.

20 Ocak 2010 Çarşamba

bugün finallerin finali linguistics sınavı ile dönemi sonlandırdık.
yarıan biletimi aldım annemi ,semihi görmek için.
dönemin benim için son gününde rakbarın tekinde ucuz bira içtim,tavuk iskender yedim,belki içlerinden 10 kişiyi tanımadığım bir grupla karaoke bara gittim.
çok güzel sesi olan insanlar var ne güzel.
böyle işte.
başım çok ağrıyor bir de .bu kadar.

bir dönemin sonuydu bugün.
bitivermiş.

14 Ocak 2010 Perşembe

Bu yeni kayıt butonuna tıkladığım anda aklıma bir şey geldiyse bile unutuyorum.Bu his,tıpkı kapı önünde anahtarını ararken pipini patlatacakmışcasına gelen çişin uyandırdığı his gibi.

Nasıl başlayabilirim,mesela şu cümleyi yazdığım tam şu sırada sağ ayağımla sol bacağımı kaşıyordum.bilgisayarımında kucağımda olduğunu varsayarsak,hayal edince hiç hoş olmuyor.En iyisi siz beni küçük,loş ışıklı bir kafede,çayım eşliğinde yazdığımı falan düşünün.böylesi daha kuğl.

Bugün arkadaşlarımdan biri şüpheli bakışlarla yüzüme doğru bir hayli yaklaşıp,sonra gözlerinde büyük bir aydınlanmayla "inanmıyorom senin sakalların turuncu,hemde bildiğin turuncu!" dedi.Evet öyle,ama genden değilmiş o sanırım sigaradan oluyormuş diye hevessiz bir cevap verdim.ama içten içe "nihu,ama her içenin sakalı da turuncu olmadığıan göre,işte benimkisi farklı oğlum" dedim ve mutlu oldum.

İlerleyen saatlerde iki arkadaşımla çay içerken bir anda dönüp şey dediler;
"Melih sen insana inanılmaz pozitif bir enerji veriyorsun,böyle biz mesela birimizin morali bozukken bütün ortamı mahvederiz ama seni hiç bu yönde görmedim,hep enerji katıyorsun" gibilerinden bir şey dedi.Bunu duyunca da mutlu hissettim.En azından insanların yanımda kötü hissetmemesi iyi bir şey.Yani bence.

Final denen olgu çok boktan bence.Mesela dün gece yine başka bir arkadaşımla-böyle arkadaşımla deyince gizemli oluyor- sabaha kadar beş para etmez bir derse çalıştım.Öğrenim hayatım boyunca çıkarmadığım kadar not çıkardım.Uykusuz kaldım.
Benim yapım sanırım böyle işlere müsait değil,bugün uykusuzluğumun tüm hırsını hocaya ağır sözler ederek çıkardığım için bütün çalışma çabam hocanın verereceği bir F2 notuyla havaya uçabilir.Çeneyi bazen tutmak lazım.

Marsta ağaça benzeyen görüntüler keşfetmişler.Marsta ağaçlar olduğunu düşünmek çok güzel değil mi.Daha doğrusu güneş sisteminde dahi olmayan bir gezegende hayat olduğunu hayal etmek çok eğlenceli bence.Hani hiç bir sınırın yok.Yaratıkları,bitkiyi,gökyüzünün rengine kadar kendi kafanda yarat.küçükken böyle çizgi romanlar çizerdim ben.Şimdi avatar çıktı.mertlik bozuldu.

Birazdan yine hayatımın ilklerinden birini gerçekleştireceğim.gerçi dur bu ilk değil iki olacak neyse.Arkadaşlarıma yemek yapacağım.Bir tanesi eğer bulabilirse atari getirecek,güzel olacak.

Ha bu arada oda arkadaşımın tatiline erken başlamasından dolayı yine odamda donla gezme sezonunu açtım.

bu kadar sanırım.


edit:çok fazla "arkadaş" kelimesini kullanmışım çünkü isim kullanmak pek hoşuma gitmiyor.

7 Ocak 2010 Perşembe

bu sabah uyandığımda tuvalet kağıdı ile mumyalanmıştım ve yastığımda çoraplar vardı.birde kurbağa oyuncağı yanımda yatıyordu.garip bir gün.

edit:akıbeti çözüldü.hababam sınıfı kafasında şakalar,vidyoya çekmeler.eskimedi gitti.

5 Ocak 2010 Salı

bugün te kælifornyalardan sipariş ettiğim koyu yeşil aypod næğnom elime ulaştı.
baya sevdim çok güzel.

bir de bu.
bence eğlenceli

edit:apple insanları salak yerine koymayı ne zaman bırakacak acaba,mükemmel vidyo çeken bir aygıt nasıl olur da fotoraf çekemez.ille de saçma sapan bir application ın çıkmasını mı beklemek lazım.ya da daha komiği bir sonraki modelin çıkması.

2 Ocak 2010 Cumartesi

Bir kapağına bakıp kitap alan insanlar vardır,bir de bu tiplerin çok sığ olduğunu düşünen kültür mantarları vardır.Ben bu ilk söylediğim gruba dahil insanlardanım sanırım.Bir kitabı sırf kapağındaki bir resmi,alıntı bir yazıyı çok beğendiğim için alabiliyorum.Sağlıklı bir yöntem değil ama,görsellikle fazla ilgilendiğimden sanırım.
Neil Gaiman'ın the graveyard book isimli kitabını aldım iki üç gün önce,sadece kapaktaki ve içindeki ilüstrasyonları beğendiğim için.Ödüllü bir kitap olduğunu falan daha yeni farkettim,kitabın üzerinde yazıyormuş kocaman.
kitap da budur.
Kitap demişken,şu an Gülse Birsel'in yeni çıkan kitabını okuyorum.Velev ki ciddiyim.Yazılarından birinde Newyork'ta yaşarken üst kat komşusunun Drew Barrymore olduğunu öğrenmiş.Partilerinde çok gürültü yaptığı için apartman kurulu olarak atmışlar kadını.
Sonra düşündüm.Benim de üst katta 317 de gizem var işte.alt katta fırat var.

bir de son olarak ,madem bugün kültür abidesi gibi edebiyat üzerine yazmışım,o zaman ingiliz dili edebiyatı dersi için vize ödevim olan "A rose for emily" e hazırladığım posteri de koyayım buraya;